Kentlere bağlılığımızı ne belirler?
Doğup-büyümemiz mi, orda okumuş olmamız mı?, ilk tatlar-deneyimleri yaşamamız mı?, en mutlu yıllarımızın orda geçmesimi?, aile bağlarımızın olmasımı? eşimizin dostumuzun orda olmasımı?
Londra benim ilk göz ağrım, ilk aşkımdır...
19 yaşımda tek başıma ilk yurt dışı deneyimimi yaşadığım yerdir...
Belkide bu yüzden benim için hep özel... Benim için hep ayrı bir tad ve keyifte...
Az çok gezdiğim gördüğüm yerlerden sonra Londra'dan neden vaz geçemediğimi çözemiyorum...
İlk aşkım olduğu için belkide...
Paris, Roma, Floransa, Madrid, Berselona... Hepsi kendince harika... Hepsi bir şekilde orada yaşama arzusu duydurmuş olsada Londra kadar ayrılırken aşk acısı yaşatanı, gözümü yaşla dolduranı olmadı...
Sevgili dostumuz Alex'in cenazesine yetişlemeyince, doğum gününde orada olup onu ziyaret etmek için 29 Ekimde annemle Londra'ya uçtuk...
Koca yürekli, bana dünyaları sunmuş Macar'ın anısınaydı bu sefer rotamız...
İlk defa İngiltere'nin 3. büyük havalimanı olan Stansted'a Anadolujet'le uçtum...
Anadolujet THY'nin eski uçaklarını kullanan alt firması... İkram 3 saatlik bir uçuş için çok az, 3 yaşındaki bir çocuğu anca doyurur boyutlarda bir sandwich ve salata veriyorlar... Sadece portakal suyu, çay ve kahve içebiliyorsunuz... Domates suyu yok, kola yok, alkol yok... Uygun fiyata uçmak için ikramı kesiyorlar kesmesinede bari bazı şeyleri paralı yapsalar...
Stansted'ta ana terminale trenlerle gidiyorsunuz... Çok hoş... Uçaktan çıkıyorsunuz terminale giriş yapıyorsunuz sonra pasaport kontrol ve valizlerinize terenle ulaşıyorsunuz...
İngiltere artık vizesini parmak izli yaptı... Benim gibi eski vizeliler kapıda çok eğleniyorlar...
Kapıda ister istemez ırkçı oluyorsunuz... Elin Hintlisin, Bangadeşlisi gelmiş yaşıyo... Sömürgesi diye ben beyaz, mimar kadın, dinim ve milletiyem yüzünden kapıda azap çekiyorum !!!
Vizemde parmak izi yokmuş...
Önünde parmak izi alan alet var, alıyosun ya işte...
Fotoğrafımdaki saçlarım niye böyleymiş...
Yüzdeki her bir santimin belli olmasını isteyen sizssiniz, o yüzden böyle eblek bi fotoğrafım var ve fotoğrafın üstündeki sizin oynama sandığınız şeyler kendi vize ofisiniz tarafından yapılmış şeyler... Aloooooo aynı vizeyle 2 sene önce giriş yaptım hasta etme beni piiiis zenciiiiiii !!!
Evet kapıdaki durum bu!!!
Sonunda ırkçı yaptılar beni !!!
Elin Çinlisine, Hintlisine, zencisine hırlayan biri oldum !!!
Girişteki hırlaşmadan sonra, dışarı çıkıp bi sigara tüttürüp, otobüse binip Londra'ya doğru yola çıktığımızda benden mutlusu, ağzı benden kulaklarında olanı yoktu... :)
Stansted-Londra arası otobüsle 45-50 dk sürüyor... Trenle 35 dk. Tavsiyem tren olur efeeem...
Hava 3 gün boyunca nefisti... Az yağmur, az soğuk... Ekim sonunda böylesine keyifli İngiltere havası o la laaaaa...
Otelimiz Gloucester Road üzerinde ki Holiday inn'di... Holiday innleri sevmiyorum... Çok kuralcılar... Asansörü kullanırken kart sok, kahvaltıya in yer göstermelerini bekle, çay servisi için garsonu bekle... Ki koca salona 2 garson bakıyo deneyimlediğim her holiday innde... Ki benim gibi sabahları domuz olan birisi için bu pek hoş bi durum diiiil... :p
Çok vıdı vıdıcıyım dimi? Eheee...
Londram, hem değişmemiş hem çok değişmiş...
Newyorkla yarışamasada son zamanlarda mimari açıdan büyük keyifler veren yapılaşmalar oluşmuş ve oluşmakta...
Kısıtlı zamanda yanlarına gidip ayran delisi modunda ağzımdan sıvılar akıtarak bakma ve inceleme fırsatım olamadı tabiki...
Sergi ve konser manyağı olunca Bööööörberiiii nerde diye soran Türk hatunlarımın aksine annem ve benim Londramız milletinkinden farklı olyor tabiki...
South Bankside'da yer alan Tate Moderni görmenizi muhakkak tavsiye ederim... Sergiye gitmeseniz bile dışardan şöyle bir bakmanızı muhakkak tavsiye ederim... Eski elektrik santralinden adamlar neler yapmış görün diye...
Tate Modern'de 16 Ocak'a kadar sürecek Post-Empresyonist ressam Gauguin'in sergisi benim ölmeden görülecek resaamlar listemde olduğu için gidip gördüm... Gauguin'i hatırlatayım size Tahitili kızlar desem hatırlarsınız herhalde...
Son derece etkileyici bir ressam... Doyamadım tablolarına... Saatlerce kalabilirdim...
Londra'ya gelipte London Phillarmonic Orchestra'yı dinlemeden dönmek olurmu? Bence olmaz ama renkler ve zevkler ayrı tabi... :)
Mahler'in doğumunun 150. ölümünün 100. yıl etkinlikleri kapsamında London Phillarmoni birbirinden nefis konserler veriyor... Bize uygun olan tarihte; Royal Festival Hall'da Şef Vladimir Jurowski yönetiminde, Brahms'ın Piano Concerto No. 2'ni piyanist Leif Ove Andsnestan, Beethoven'ın (arr. Mahler) Symphony No. 3 (Eroica)'nü orkestradan dinledik...
O la laaaa...
Bir ara gözlerim kapalı huşu içinde dinlerken, müziği yaşam gibi, nefes gibi içime çektiğimi düşündüm... Başka bambaşka bir ambiyans ve keyifti... Akustik nefis, orkestra nefis, dinleyiceler nefis... Kimse cep telefonuyla oynamıyor, saygıyla dinliyorlar... Salon tıklım tıklım... Ah bide sterlinglerime kıyıp daha önden bilet alsaymışım ya... Ona çok hayıflandım... Annem piyanistin ellerini görmeyi çok sever... Ben genellikle gözlerim kapalı dinlerim, müziği hissetmek için... Ama annem gibi orkestrayı takip etmeyi seven birisi için yer çok önemli... Ah aaaah... veremedim adam başı 35 sterlin !!! :(
South Bank ve Southwark benim en sevdiğim bölgelerdir... Thames kıyısında yürümek çok keyiflidir... Eski Londrayı hissedersiniz... Köprülerin altından geçersiniz, taş yollardan yürürsünüz, nasıl koruduklarını, adam ettiklerini görürsünüz...
Konser salonları, publar, cafeler... London Eye, müzeler, sokak müzüsyenleri, belirli günlerde kurulan pazarlar, Shakespeare Globe theatre...bu bölge gezmekten bıktırmaz sizi... Her gittiğimde muhakkak Design Museum'a kadar yürürüm... Tavaf ederim...
Southwarktaki The Anchor'ı tavsiye ederim... En keyifli publardan biri... London Pride içip fish&chisps yiyerek Thames keyfi yapabileceğiniz bir yer... Daha ilerlerde de hoş publar var ama nedendir bilmem hep orada mola veriyorum...
2 gün hiç birşey için yetmiyor...
Oxford, Covent Garden, Soho... Çin mahallesi... Hııııım aylar hatta yıllar sonra ördek ziyafeti yapmak nasıl güzeldi...
Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, oralı hissettiğim, yabancılık çekmediğim, hiç birşeyine doyamadığım Londra...
Sevgili Türklerim... metro kullanma özürlülerim... Anamın karnından Londra'yı bilir doğmadım... Bir sonraki yazımda metro nasıl kullanılır, aslında harita nasıl kullanılırı anlatacağım...
Gözünüzü seveyim, Londra'da yerin üstü kadar nefis bir yer altı yaşamı var... Korkmayın, deneyin inin aşağıya...
Gerçek bir metro keyfi yaşayın...
Yaşamı hissedin... Neşe dolun... Hyatın akışına, teleşına, keyfine kendinizi bırakın...
Evet siyah taksilerde keyifli, denenmeli ama korkmayın deneyin metroyu... Biz Türkler her eyrde metrodan korkuyoruz... Çok basit korkmanıza gerek yok... Her yerde kural aynı... Öğreticem size...
Bi süre Londra yazıcam...
Metrosu, çin mahallesi, bilmemnesi... Özlemim geçeceğine daha bi katmerlendi döndüğümde...
İlgilisine-bilgilisine...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder