Etiketler

2 Mart 2012 Cuma

Amcamla londra

Yapmadan ölmek istemeyeceğiniz şeyler varmıdır bilmem, benim en en büyük arzum amcam namı diyar daddy'mle İngiltere'ye gitmekti...


Seneler geçiyordu, ben büyüyor o yaşlanıyordu ama bir türlü ikna edemiyordum... 


19 yaşımda beni İngiltere'ye gönderip dünyayı bana sunan amcamla İngiltere'ye gitmek en büyük arzumdu... Bu arzumu gerçek kılamadan ona bir şey olursa çok ama çok üzülecektim... 


Amcam babamdan sonra İngiltere'ye gitmek pek istemiyordu... 


Babam erkeklerde çok nadir görünen meme kanserinden öldü. Tedavisi o dönemde imkansızdı... Hala %100 bir tedavisi yok ancak 70-80'li yıllarda ki tıp'ı düşünün... Amcam o tarihlerde memelekette bu konuda bayağı ünlü olan babamın doktorunu dinlemeyip babamı aldığı gibi İngiltere'ye götürdü...Babasına bağımlı bir çocuk olarak benim için bu gidişler ızdıraptı... 1-1.5 ay orada kalıyorlardı... Döndükten sonra babam tedavinin etkisinden dolayı 1 hafta kadar kendinde olmuyordu... Çocukluğum hasretle geçti... 


Her dönüşte bana çektiğim özlemi unutturmak için valizler dolusu oyuncak ve giysi getiriyorlardı. O yıllar Türkiye'de yokluk yıllarıydı... Kokulu silgiler, kokulu kalemler, uzaktan kumandaki arabalar, Sindy'ler... Barbie yerine Sindy getirdiler diye bozulduğumu hatırlıyorum !!! Çocukluk işte :) 


Ama hepsi boştu... En güzeli okuldan eve geldiğimde babamı evde bulmaktı ve tüm rahatsızlığına rağmen yattığı yerden, doğrularak, acısını belli etmemeye çalışarak  'kııçııım' (bizim ailede sevgi sözcüklerini 'ç' ile söyleme adeti vardır nedense...) diyerek bana sarılması en en güzel şeydi...  


Yazarken gözlerim doldu. Uzun zamandır bu kadar eskiyi bu kadar detayıyla düşünmemiştim... Eheee :) 


Babama Türkiye'de 5 senelik bir ömür biçilmişti...İngiltere'deki tedavi babamın ömrünü 2 sene daha uzattı sadece... 


Teşhisten 7 sene sonra babamı kaybettik... 


Amcam bir daha İngiltere'ye gitmek istemedi... Babamın İngiltere yaşamı beni hiç olumsuz etkilemedi... Mesela annemle her gidişimizde annem kocasının anılarıyla dolanır Londra'da... Benim Londra'mda babamın hayaleti yoktur... Sadece bir zamanlar babamında yürüdüğü kaldırımlarda yürümenin keyfi vardır... :)


Her sene muhakkak 1 defa amcama hadi Londra diyordum ama ikna edemiyordum...


Bu sefer bir mucize oldu ve hadi gidelim dedi !!! İnanamadım !!!


Amcam farkında olmadan beni çok ama çok mutlu etti ! 

4 gün Londra için çok az birde 27 sene sonra gidiyorsanız hiç mi hiiiiiç yeterli değil bu süre...


Elimden geldiğimce onu yormamaya çalışarak onu gezdirdim. Muhakkak görmesini istediğim yerlere götürdüm... Muhakkak yemesi gereken şeyleri yedirdim... Çin mahallesinde nefis balık ziyafetleri, en sevdiğim pub'larda fish&chips keyfi yanında nefiiiis aleler... 


Thames kıyısındaki mutluluk köşelerimi gösterdim, Gel-git sayesinde ortaya çıkan kumsalları, Shouthwark'taki keyifli yürüyüş parkurlarımı...


Norman Foster'ın şahane binalarını... O2, Yeni belediye binası, finans merkezindeki nefis mimari çeşitlilik...


Bir mühendis olarak çok beğeneceği bir kaç sene evvel yapılan Jubilee line'nın istasyonlarında dolaştırdım onu... brüt beton ve çeliğin zerafetiyle güçlü mühendisliği görmesi için... 


Daha ilk okul 1. sınıftayken onun sayesinde tanıyıp sevdiğim Van Gogh'un ayçiçekleri tablosunu onunla dakikalarca seyretmek için The National Gallery'ye gittim... Bana tanıtıp sevdirdiği ressamları onunla birlikte yeniden görmek dünyanın en paha biçilemez mutluluğuydu... 


Ve bir Tiyatro kitapları yayınevi sahibi olarak Shakespeare's Globe Theatre'da bir oyun izlemeden dönmek olmazdı ! Senelerdir amcamın Globe'u görmesini istiyordum... O görmeden eksik kalıyordu keyif... 

Shakespeare'in Türkiye'de hiç basılmamış oyunu As you like it'i birebir orjinaline sadık kakınarak inşa edilmiş Globe'da izlemek başka bambaşka bir keyifti !!! Shakespeare'in zamanına gittik... Büyülü nefis bir tiyatro deneyimi yaşadık...  Globe sahnesinde Shakespear oynayacak bir oyuncumuz olmadığını düşündük... Yooo sıkar... Gerçek Shakespear oyuncusu sadece rol yapan oyuncu değil... Aynı zamanda enstrüman çalıp şarkı söyleceksiniz birde rol yapacaksınız !!! 


Bir baba ve kızın birlikte yaptığı keyif gezilerinden biriydi...


Benim için paha biçilemez bir deneyim oldu...


Londra'da amcama göstermek istediğim, tattırmak istediğim ne varsa 4 güne sığdırabildiğim kadarını gerçek kıldım.


Çok mutluyum... Hep yapmak istediğim bir şeyi yapmanın mutluluğu, keyfi var...


Artık Londra seyahatlerimden sonra amcama gelip deneyimlerimi anlattığımda bir takım şeyler havada kalmayacak... Bilecek... Ve ben ahhh keşke gelseydi, görseydi demeyeceğim! 


Abidin, yap resmimi ! ;)

Kıprıs

4 sene sonra 'evde' olmak !
Nasıl özlemişim...
Özlediğimi fark etmemişim... Uçak aprona değdiği anda içim nasıl kıpır oldu, nasıl telaşlandı yüreğim...

10 sene yaşadığınız bir yerin hücrelerinizden çıkıp gitmesi kolay olmuyor...

Her şeyini bildiğiniz bir yerde olmak nasıl keyif verici nasıl mutlu edici...

Kıbrıs daha doğrusu Girne benim için hep özel hep 'evim' olacak bir yer...

Kumar oynamaya gitmiyorsanız kış günü Kıbrıs size pek cazip gelmeyebilir... 
Ama orda yaşamış ve özlemiş birisiyseniz yazı-kışı fark etmiyor...

İki günlüğüne huzura-dinlenmeye kaçtım... Dome otel benim en sevdiğim oteldir. Girne'nin merkezindedir... Rumlardan kalma devletin işlettiği bir oteldir. Ben eskiliğini, sakinliğini, merkezde olmasını ve akdenizi kucaklamasını severim. Bir sürü güzel yeni otel yapıldı. Ancak hiç biri akdenizin dalgaları kulağınızda uyutmaz sizi... Ya da sahile koşan dalgaların köpükleriyle ıslatmaz sizi... Dome aşkı-sevdası başka bir şeydir... Müdavim müşterileri vardır... Benim gibi 'genç' müdavimleri pek yoktur... Ben otelin 'ruhunu' seviyorum. Millet için önemli olan aayyy bilmem nerede kaldık, şöyle lükstü, böyle bilmemneydiler benim için geçerli olmadığından Dome bana onunla tanıştığım 19 yaşımdan beri aynı huzuru-keyfi ve mutluluğu verir... 

Islanma riskini göze alıp,Dome'un eski sahilini döven dalgaları izlemek, açık havalarda gözüken Toroslar'a karşı akdenizin kokusunu içe çekmek bir klasiktir... 


Deniz havuzu dalgalarla nefis bir dantele dönüşür... 
Dome garsonundan, müdürüne tanınmayı, sevilmeyi size yaşattıran birazcık büyük bir 'butik' otel gibidir... :)

Kıbrıs 4 senede çok değişmiş... Bir zamanlar dutluktu buralar dediğim çok yer yapılaşmış... Çok katlı bina yapılmadığı için çok katlı bina çirkinliği olmasa da yine de 'çirkin' ve ya 'yakışmayan' bir sürü yapı tadımı kaçırdı da elden ne gelir... Memleket onların memleketi... :) 

Eskiden Türkiye'de olmayan tabak-çanak cennetiydi Kıbrıs... Artık eski mağazalar pek kalmamış... Alışık olduğum, bildiğim şeylerin değişmesi-yok olması biraz hüzünlendirdi beni açıkçası... Yani almasam da mavi desenli İngiliz porseleni dolu mağazaları görmek isterdim ! ;)

İçki mağazaları açılmış... En dandik bakkalda bile en kral içkilerin satıldığı bir yerde içki mağazaları bana pek anlamsız geldi... Satılmasa bakkalda-markette tamam da...  Bu arada fiyatlara şoke oldum!!! Kıbrıs'ta alkollü içeceklerin fiyatı hep uygundu ama 4 senedir gitmeyince unutmuşum... Bide bizde ki son zamlardan sonra... :))) Doğum günümde 64 lira olduğu için Martini marka köpüren şarap alamamıştım... İki adet kadehiyle birlikte marketteki fiyatı 25.15 Tl oluncaaaa... 

Gönül isterdi ki hepsinde alayım... Pahalılıktan yakınan eşe-dosta getireyim... Ama olmadı... Atlayın uçağa gidin alın! :)



Kıbrıs'ın kışı ilginçtir... Sabah kavurucu bir güneşle size güne merhaba dedirtir... Arkasından ne olduğunu anlayamadan bir yağmur bastırır... Gök kap kara olur... Ne güzel gündü derken yine güneş açar... İki gün boyunca güneş ve yağmurla flört ettirdi bizi... 
Bellapais manastırı... Girne'de ki en nefis gotik eserdir... Belkide Kıbrıs'ı gotik sevdam yüzünden çok seviyorum... :) Günün birinde evlenirsem efem bu manastırda evlenicem... Çok ama çok romantiktir... E yani bu yaşa kadar velenmeyip günün birinde evlilik kararı verirsem boru değil nerde ve nasıl istiyosam öyle olacak !!! Adamın fikrini soran olmiciiiik, mukadderaaaat ! :))))))))))))))) Eee o da almaya karar vermeden önce düşünseymiş baneee ! ;)))

Kıprıs'ım yine aynı... Pahallı, ev kiraları siterlin üzerinden... 

Yaz-kış pembe domatesler Kıbrıs'ın olmazsa olmazları... Bunlar yine kırmızı sayılır... Az yeşil domates yememişimdir... :)



Narenciye cennetidir Kıbrıs! Kıbrıs'ın portakalı-limonu nasıl nefistir... Mandalinasının kokusu bambaşkadır! Ancak ben ince kabuklu ve çekirdeksiz mandalina sevdiğimden bu güzelliklere hep burun bükmüşümdür... Ama bu sefer hasretime yenik düşüp, kalın kabuklu da olsa, çekirdekli de olsa yedim efem... 

Kolakas ve Molehiya ! Çoğu kişi sevmez ama ben severim... Kolakas patatese benzer... Molehiya ise ıspanakımsı bir ottur. Ve onu tavukla pişirmeyi severler... 


Satın alabileceğiniz en güzel paketlenmiş süzme yoğurt! Otele valizi attım, gittim aldım ve koca kabı mideye indirdim! Nasıl özlemişim!!! Hayatta koca bi kase yoğurt yiyemeyen ben yedim bitirdim yaladım yuttum sıyırdım :))




Kıbrıs'ın her zamanı ayrı güzeldir... Trafik tersten... Kendinize güveniyorsanız araba kiralayıp gezin... Kıbrısçayla kulaklarınıza bayram ettirin... Halis muhlis Kıprıs yemeklerini yiyin... Ucundan acık keyif için kumar oynayın, köylere gidin, beşparmaklara tırmanın...  Herkesin Kıbrıs'ı kendisine güzel... Turla gidip otelden ve alışveriş merkezlerinden çıkmazsanız sevemezsiniz Kıbrıs'ı... Kıbrıs'ın keşfedilmesi gerekir sevilmesi için...

İki güncükte olsa iyi geldi... Özlemim daha bi katmerlendi... 4 senedir niye gitmiyorum diye hayıflandım durdum! Mezun olup geldiğimden beri her 19 Mayısta Kıbrıs'a gidiyordum... Hem deniz-güneş hem özlem gidermece... 

Yeniden eski habitimi devreye sokmaya karar verdim...
Tekrar gider yaşarmıyım sorusuna cevabım hayır... Ama ölene kadar yılda en az bir defa 1 hafta Kıbrıs'a yeeees ! ;)

Be eşşek tebsin gendiniziiiiii ! ;)

Picasso &Modern British Art& I ;)

Ey müminler Picassoyu nasıl bilirsiniiiiiz????

Picassoyu severmisiniz bilmem... Ben severim... Modern sanatın gelişim çizgisini değiştirmiş bir deha nasıl olurda sevilmez... Filmini izledikten sonra insan olan Picasso değil sanatçı olan elbet yüreğimde yerini korudu... :)

Bu güne kadar elimden geldiğince tüm Picasso exhibitionlarını takip ettim...

Benim için en unutulmazı, tadı hala damağımda olanı; 11 mayıs- 18 Ağustos 2002'deki Tate Modernde yapılmış olan Matisse&Picasso sergisidir... Oy oy oooy... Her iki dehanın aynı salonda yer alan yapıtları insanı öyle bir etkiliyordu ki... 
Matisse'ide çok severim ancak her zaman için 1 numara benim için Picasso olmuş olsada bu sergide aman pablo duymasın Matisse 1 numaraya oturmuştu ;) 

Aslını isterseniz kim kimden daha iyinin, daha etkileyicinin gerçekten cevabını bulamadığım/madığınız nefis bir sergiydi... 

Genellikle Londra'ya gidiş tarihlerimi bir etkinliğe göre ayarlıyorum. Multi milyarder değilim, aaa 2 gün sonra bilmem ne varmış yine giderim caanııım diye bir lüksüm yok... O yüzden karda-kışta-sıcakta kısaca bazen en olmadık zamanlarda uçup uçup durmam bir etkinlik sebebiyetiyle... ;) 

Tate Modern 1947'den 63'e kadar power station olarak hizmet vermiş bir binadır. Binanın tasarımcısı İngiltere'nin ünlü kırmızı telefon kutularını da yapan Sir Giles Gilbert Scott'dur. Eski bir elektrik santrali binasının başarıyla sergi alanına dönüştürülmesi 81 yıllarında olmuştur... Modern sanata ev sahipliği yapan çok ilginç ve güzel bir binadır... 

İngiltere'de 4 tane Tate galery bulunmakta... Ben bu güne kadar sadece Tate Modern'in ziyaretçisi olmuştum...

Picasso & Modern British Art sergisi bu güne kadar gitmediğim Tate Britain'daydı... 

İngiliz sanatına çok ilgi duymadığım için gitme gereği görmediğim galery İngiliz sanatının örneklerini sergiler... 

Bu ukalalığı yapıp neden gitmediğimi bilmiyorum. Sonuçta sanat sanattır ve görülmesi gerekendir... Beaaa napıcam ben İngiliz  sanat eserlerini diyebilmem için sanat uzmanı filan olmam gerekir... Eeee öyle bişey de olmadığıma göre ve özel bir sergi değilse ücretsiz olarak koleksiyonların gezilip görüldüğü bi yere gitmemek ükelaaa dümbelekliğinden başka bir şey değildir efem! İşte arada yapıyorum nedensiz dümbeleklikler... ;))) Yani bide bu kaçıncı gidişim bir mimar olarak muhakkak görmem gereken müzelere-sergilere gitmiş bitirmiş birisi olarak, sanat enginliği verecek şeylere yönelmem gerekirken artık... 

(Kendime sizlerin huzurunda kızıyorum efem... :ppp) 

Herneyse, efem... Tate galery'nin üyesiyim... Yeni sergiler hakkında durmadan mail gönderiyorlar bana... Picasso sergisinin maili düştüğünde muhakkak gitmeliyim, görmeliyim huzursuzluğuna girdim... Biletimi ayarlarken serginin 15 şubatta açılacağını unutup 14 şubatta açıldığından o kadar emin davranıp dönüş biletimi serginin açılacağı güne almayayım miiiiii !!!!

Otel ve uçak halledildiğinden sergi biletimi sabahın körüne almak zorunda kaldım... Galery 10'da açılıyordu... Odayı boşaltma, valizi indirme, otelden Tate'e gelme sürelerini hesaba katıp 10.30'a biletimi aldım. 

Daha öncede demiştim, saatle gezebiliyorsunuz sergileri... Benim gibi biletiniz 10.30'sa sizi kesinlikle 10'daki grupla içeriye sokmuyorlaaaaar... Böyle büyük sergilerde bilet bulma zorluğu da yaşayabiliyorsunuz... O yüzden ben gitmeden önce biletimi alıyorum... :) Size de tavsiye ederim...

Sergi Kasım 1910'da  Post- empresyonistlerin organize ettiği sergiyle başlıyor. Picasso'nun 1919'da Londra'ya gelip etkilediği sanatçılarla birlikte İngiltere'de modern sanatın kabul edilmesinin öyküsü... Bu arada 1919'da adamlar modern sanatı konuşurken, eserler verirken benim atam memleketi kurtarma derdindeydi... Bir takım eserlere bakarken ülkemin o tarihlerde yaşadıkları usuma üşüşüp keyif-hüzün arası karmakarışık duygular hissettim... İlk defa bir Picasso sergisinde memleketim geldi yüreğime çöreklendi... ;) 

Millet rakı sofrasında memleketi kurtarır ben sergide... :ppppppppp

Picasso her ne kadar baş aktör olsa da, Duncan Grant, Wyndham Lewis, Ben Nicholson, Francis Bacon, Graham Sutherland, David Hockney ve veee Hery Moore'un eserleriyle nefis ötesi bir sergi...

1919 senesinde Picasso Leicester Square'de dansçılarla çalışıyor... 10 küsür sene önce almış olduğum ohaa kalınlıktaki Picasso ve Tiyatro kitabından tanıdığım bir çok kostüm çalışması sergide yer alan eserlerden...

Picasso'yu abidik-gubidik çizen adam olarak tanıyanınız varsa şayet bu sergide 'normal' çizgilerini de görebilirsiniz... Kübistleşmeden önceki çizdiği kadınlar Goya'nın Mayasından daha etli butlu... Bende şu anki mevcut kiloma bakıp ulan bi ressam sevgilimi bulsam da adama modellik yapıyom da ondan böyleyim ehi ehii mi desem  olmadı değil hani... :ppppp

1 saatte tadına varılacak bir sergi değildi... Bir sürü eserin karşısında dakikalarca kalmak, incelemek ve daha önceden pek bilmediğim sanatçıları biraz daha yakından tanımak isterdim ancak 16.10'da uçağım vardı... Otele dönmem, valizimi almam ordan havalimanına geçmem, Türkiye'ye getirme niyetinde olmadıkları için aldığım ceketin tax işlemlerini yaptırıp üç kuruş da olsa vergiyi geri almam gerekmekteydi... 

15 şubat-15 temmuz 2012'ye kadar devam edecek sergiyi imkanınız varsa gidip görmenizi tavsiye ederim... http://www.tate.org.uk/  

Yandaki tablo: Nude Women in a Red Armchair 1932. Bayıldım bu tabloya. Sadece posteri vardı... Çantasını yapmamışlardı... Yapsalardı alırdım... :( Bu arada sergi ücreti: 15.50 sterlin

London 14 şubat volum 4

Walla bu sonuncu yazı 14 şubatta ilgili!!! :)))))
Dönerken gel-git'in gitme etkisi bitmiş gelme etkisi başlamıştı... :) Bir önceki yazıda gördüğünüz kalp nice aşklar gibi, nice yürekler gibi silindi gitti... Mukadderaaat efendim... :ppp :)))))))))))))))

Klasik müzik sevmeseniz bile girin ve içini gezin... Royal Festival Hall memleketimde olmasını dilediğim bir konser ve etkinlik salonu... Akşam üzerleri giriş kattaki dans pistinde dans dersleri veriliyor... İçerdeki büfelerde neredeyse kendinize süper bir akşam yemeği ziyafeti çekebilirsiniz... Satış mağazası ise harika harika... Ama maalesef beğendiğiniz en küçük bir şey bile 15 sterlinden başlayan fiyatlarda... Kendime 19 sterline çay almış hatun olarak anneme 15 sterlinglik bi bez çantayı çok mu gördüm... Gördüm wallaa... Hain evlat ökkeşiyeyim ben! :pppppppp

Keyfe devam... Konser programımı alıp soğuğa rağmen sigara eşliğinde dışarda keyfe çıktım... ;)






Kitap almadan dururmuyum? Ama bu seferki kitaplar taynicik... Londra hakkında bilmediğimiz, meraklısının bilmek isteyeceği infolar... Metro istasyonları adlarını nerden almışlar... Walla metro sever olarak bilmem ve öğrenmem gerekiyodu... Şarap+sigara eşliğinde okuyup üfledim... ;) 


Salonun planı efem... Annemle gittiğimizde konserine göre anneme 27 ya da 33 sterlincik biletlerden alıyorum... Bu sefer bi mimar olarak deneyimlemek istediğim için orkestranın arkasındaki koltuklardan bilet aldım kendime... Evet akustik büyük ihtimalle iyi olmayacaktı... Önden izlemek varken arkalarında oturmak... Ama mesleki olarak merak ediyordum... Günün birinde böyle birşey tasarlarsam deneyimlemeden tasarlamış olmak istemezdim efem... Yani büyük üstaaaad mimarım efem beeen... :pppppp 

Bileti internetten alırken size istediğiniz koltuğu seçtirtmiyor... Konser biletini elime aldığım ana kadar ön sıradan olsun tanrım diye dua edip durmuştum... Bileti elime aldığımda Choir Seats'in ön sırasından olduğunu görünce öyle mutlu oldum ki anlatamam !!! :))))

Programımız efem:

Rachmaninoff Piano Concerto No. 2
Kreisler (arr. Rachmaninoff / orch. Leytush) Liebesleid (European première)
Rachmaninoff Symphony No. 2

Neeme Järvi conductor
Boris Giltburg piano



Sol yanıma 2 tane gaycik geldi oturdu. Gaylerle hiç sorunum yoktur. Ancak tüm gün sokaklarda günü bayram havasında kutlayan onlar olduğundan acep artık straightler için günün anlamı yokmu acep diye düşünmeden edemedim efem... :pppp 

Yanıma oturduktan 2 dakika sonra sol baştaki, yanımdakine hedeye verdi... Bende meraklı yan komşu olarak güya çaktırmayan bakışlarla bakılmaya koyuldum! :) Sarışın şıllık, (walla çocuğa ne dim bilemedim... Hayatımda bu kadar kıpır, kıpır, nazlı-niyazlı, cilveli bi hatun görmedim ki gay hiiiiç görmemiştim! ) paketini açtııııı ve içinden Luvi Viton'dan kartvizitlik çıktııııı !!! Ulan 9 sterlinlik yerde konser izlemeye gelen insanlar birbirine Luvi'den hedeye verir mi oldum! :ppppppppp

Şıllık gayciim, aaay çok güzelmiş diyerek 2 kırıttı sonra yalap şap sevgilisinin dudağına öpücük kondurdu !!!
Nassıl yanni oldum??? Olum, pardon kızım (:p), adam sana Luvi'den hedeye almış... Taynicik bişi olsa bile o kaç paradır leeeeyn !!! Adam gibi teşekkür et, çükünü yala, çükünü yalaaaaaa diye aklımdan geçirirken buldum kendimi !!!! :))))))))
Hatta aynı tuvalete gidebilme şansına nail olduğunuz için sevgililer gününde bi tuvalet fentaaaziside....
O noooo!!! Ayşe Arman'ın seks hayatına taka taka içimde psiko-seksüel bi manyak oluştuuuuu tanrıııım !!! Acep beni bu hale getiren Ayşe Arman'ım 14 Şubatta napıyodur diye düşünürken  hediyeyi veren oğlanla göz göze geldik!!!
Anladığım kadarıyla çaktırmadan bakan meraklı bakışlarım, öküzün trene baktığı versiyona geçmiş çünküüüü !!! :))))))

Ah ah bide aklımdan geçirdiklerimi bilseler diye gülerek döndüm... Kesin beni azcık kafadan kontak sanmışlardır dedim... Amaaan sansınlar derken,  o sırada orkestra elamanları içeriye girdiler... Allahtan zamanlamaları mükemmel oldu ve ben farkında olmadığım psiko-seksüel kimliğimden normal entel-dantel kimliğime dönüş yaptım!!!!  :))))))))))

Nefis bir konser izledik... Boris Giltburg piyanonun tuşlarına değdiği ilk saniye itibariyle beni öyle bir etkiledi ki, 1. satırdaki notalar bitmemişken benim sağ gözümden aşşağıya farkında olmadan bir damla süzülüverdi... 
Rahmaninof yani... Hani... dicek bişey bulamıyorum... Ama inanın yanımdaki kıpırdak gayciklere rağmen bu kadar derinden etkileneceğimi sanmadığım bir konser deneyimi yaşadım... Bölümler arasında alkışlamak klasik müzik kültürü olmayan Türk insanına has bi olaydır... İlk bölüm bittiğinde salonun yarısı alkışlamaya başlinca istem dışı olarak 'anaaa büyük bi Türk grubu gelmiş sanırsam' diye düşündüm !!! :))))) 

Aha benim gaycikler... Mavi-beyaz çizgili almış Luvi'den hedeyeyi... Kıpırdak pembe kazaklı da umarım sadece konser bileti hediye etmemiştir ona... :)))))) Eve gittiklerinde umarım şey etmiştir hııım... :pppp :))))))))))))
Ben sapıım galibaaaaaaaaa... :pppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppp

İlk yarı alkış kıyametle sonlandı... 2001 senesinden beri bu salonda çeşitli konserler izledim... Ve hiç birinde 'bis'e şahit olmamıştım... Ve her seferinde Türkiye'de değsin değmesin herkesi çok beğendiğimizi ve bis yaptırttığımızı düşünmüştüm. 
Adamların  zevklerine-beğenilerine hayran kalıyordum. Benim için muhteşem, ayakta alkışlanacak konserleri sadece alkışlıyorlardı... Yıllardır ilk defa alkış kıyamete ve bis'e şahit oldum... Piyanist tekrar sahneye geldiğimde sağ yanımdaki adam eliyle ne gerek var işareti yapınca sol yanımdakilere takmayı bırakıp ona taktım... Uzmanmısın leeeyn, salon ayakta alkış-kıyamet adamı geri çağırmış sen ne lüzüm var canım ükelalığındasın.. Cık cııık... :))))) Çok ağrızayım dimi... :p

Genellikle Türkiye'de piyanist 2. yarı sahne alır... Çünkü ilk yarıda sahne alırsa millet onu dinleyip kaçar... Burada elbet öyle bir şey olmadı sadece yanımdaki çok bilmiş abi kalktı gitti... İyi de oldu geniş geniş kıpırdak gaycikimle arama mesafe koyarak oturdum :pppp


Müthiş bir konser deneyimi yaşattılar... Orkestrada dakikalarca alkışlandı ve onlarda bis yaptılar... 
Orkestranın arkasında oturup izlemek çok farklı bir deneyimmiş... Şefin mimiklerini görüyorsunuz... Konser başlamadan hemen önünüzdeki müzisyenlerle sohbet edebiliyorsunuz... Ancak tepeniz deki ışıklar kapanmadığından seyirciler orkestra ile birlikte sizi de izliyorlar... İstem dışı bir şekilde sorumluluk hissediyor ve aman kıpırdamayayım, çıt çıkarmamayım diyorsunuz... Bi daha izlermiyim... Yani izlemek isteyen eş-dost olursa onların hatrına... Ama deneyimlemenizi isterim... Akustik evet çok iyi olmuyor... Ancak adamlar yapmış oraya oturma yeri neden orda da oturulmasın... :))))) 

Unutulmaz çok keyifli bir gece yaşayıp otelime doğru yola koyuldum... Otele gitmeden Tesco'ya uğrar tayni şaraplardan alırım diyordum... Bi tanesini ben içerim diğerlerini yarın Türkiye'ye döneceğim için valize atar anneye-eşe-dosta veririm diyordum kiiii artık gece 11'den sonra marketlerde-bakkallarda-çakkallarda alkol satılmama yasağının devreye girdiğini öğrendim!!!!
İngilizler içip-içip kavga çıkardıklarından hükümet yassaklamış efem deeee ulan ben turistim... Yarın sabah markete uğrama şansım yok... Picasso'nun sergisine gidicem ordan otele dönüp valizimi alıp doğru havalimanına... Olur mu leeeyn bu şimdi desem de oldu efem... Alkolünüzü gündüzden ya da 23'den önce stoklayın deeeer sevgililer gününü 4. ve son yazıyla noktalarım... Yarın Picasso'nun sergisine gidicez efem ;)

London 14 Şubat volum 3

Sevgililer günü akşamı için kendime London Philharmonic Orchestrada konser ayarladım... Çin mahallesinde yemek ziyafeti çektikten sonra konser saatime vakit olmasına rağmen yürümeyi çok sevdiğim Shouthwark'a doğru yola koyuldum...  
Trafalgar meydanından South'a yürüyerek geçmenin en kolay yolu Northumberland Ave. den yürüyerek Hungerford Bridge'den geçmek... 
Fotoğraf makinesini çantama koymuş sigara tüttürerek yürürken sirenler çalan bir motosiklet dikkatimi çekti... 
Bu niye ötüyo şimdi yaaa diye arkasından aval aval bakarkeeeen, Abbooooowwww kraliçe geçiyooooo oldum! Bunca zamandır Londra'ya giderim 1 defa Di'yi görmüştüm ama hiç kraliçeyi uzaktan dahi olsa görememiştim... Majesteleri geniş camlı arabasının içinde açık mavi tayyörleriyle önümden geçti !!! Ve fotoğraf makinesi çantada olduğundan, hiç ummadığım bir anda böyle bir şeye denk geldiğimden fotoğrafını çekemedim... Akıl edip çantamdan çıkardığımda da panikle adam gibi zoom yapamadığım için fulu ötesi bi fotoğrafım oldu... :( 

Sabahtan beri kendime verdiğim hediyeciklere-keyiflere birde kraliçe eklendi diyerekten köprüden geçer gelin türküsü eşliğinde (:p) karşı tarafa doğru yola koyulduuum....

London Eye milenyum kutlamaları için yapılmıştı... Uzun süreliğine kalması planlanmıyordu... Ancak o kadar sevildi ki, kaldırmamaya karar verdiler ve South'un ayrılmaz bir parçası haline geldi... Ben 2001 senesinde binmiştim... Değişik güzel bir deneyimdi... Neredeyse her daim önünde uzun kuyruklar oluyor. İlk defa gidiyorsanız deneyimlemeniz gereken keyiflerden... 

Ve South'dayım... Her daim hareketli demiştim size







Köprüden inerken sokak sanatçıları karşılıyor ;)




İşte akşam konser keyfi yaşayacağım Royal Festival Hall...




Yürüyüşüme başlıyorum... Thames'in en sevdiğim zamanları gel-gitten çekildiği zamanlar... Hava soğuk olmasa iner yürürdüm... Baharda gittiğim zamanlarda inip yürüyorum... Oxo Tower'a gelmeden önceki alan genellikle kum sanatçılarının çalışma yaptıkları bölge... Sevgililer gününde giderseniz şayet bi uğrayın derim... Günün anlamına özel kumdan heykeller-çalışmalar öyle her yerde göreceğiniz türden değildir çünkü...

Onca emek... Açılan örtüye atılan bozukluklarla taçlanıyor... Akşam gelgitle yok olan sanat... Hem keyifli hem hüzünlü... Devingen sanat ;)








Londramın, Thames'in manzarası... Evet genellikle gridir. Seven sever, sevmeyen sevmez... Yapacak bir şey yoktur. Bende dünyanın merkezi hissini uyandırır. Moda, kültür, sanat, teknoloji... İngiliz insanı tutucu da olmadığından Londra sokaklarında her türlü rengi-dili-moda akımını görür, öğrenir ve yaşarsınız... Başka hiç bir büyükşehre, başkente benzemez... NY gibi kocaman değildir. Evet kocamandır ama insan ölçeğindedir her şey... NY gibi ulan bu şehirden keyif almak için para lazım leeeyn dedirtmez size... Cebinizdeki neyse ne, ulan azcık daha cebimde para olsaydı ne olurdu beaaa demezsiniz... Ezmez sizi... Yok hissettirmez... :)

Benim bu yakada oturmayı sevdiğim publar var... Asıl çok sevdiğim pub daha uzakta... Hava soğuk olduğundan ve konserime geç kalmamak için Bankside'da yer alan Founders Arms'a çöküp soğukta olsa bi akşam üstü keyfi yaptım...

Yemekte beyaz şarap içmiştik... Sevgililer günü hatrına şarapla devam etmeye karar verdim efem... Yoksam bi pub'da şarap içermiyim hiiiiiiç !!! :))))


Saksı kül tablaları moda! Memleketimde de benim sayemde başlasın dedim! Çok mantıklı... Bu yaz Çeşme'de saksı ve saksı altlığı alıp yapıcam... Rüzgar yüzünden kül derdi ortadan kalkıyor... ;)




Londra'ma akşam çöküyor... Konserim 19.30'da... Yavaş yavaş geri yürüyüp konserime gitmeliyim...