Tudor hanedanlığı her zaman ilgimi çekmiştir. İngiltere’de Tudor’ların izlerini takip ederek az dolaşmamışımdır…
Yakın zamanda Cnbc-e’de yayınlanan dizisini de keyifle izlemiş biri olarak, okusam okusam ne okusam diye kitapçıda dolanırken ‘Boleyn kızlarını’ görünce doğal olarak alıp elimden düşürmediğim günlerde, tamda İspanyol prensesi ve İngiltere kraliçesi Katherine’in evliliği fes edilmek üzereyken, sürpriz biz şekilde Endülüs seyahatim gündeme geldi…
Gez geç bir yay olarak hemen valizimi hazırlayıp, mimar olmamın şerefine seneler önce kuzeyine götürülüp, mezuniyet kutlamalarımın yapıldığı İspanya’nın bu sefer güneyine 4 günlük bir yolculuğa çıktım.
Gitmeden önce internette çok fazla Endülüs’le ilgili bilgi bulamadım. Yerli seyyahlarımızın pek ilgisini mi çekmemişti yoksa ben mi bulamamıştım?
Artık kendi ilgimi, bilgimi ben bulur ve yazarım diyerek dört buçuk saatlik bir uçuşla, Santiago Calatrava’nın Expo 92 için tasarladığı Guadalquivir nehri üzerinde ki, Alamillo köprüsünün üzerinden geçip Sevilla havalimanına indiğimizde, Gaudi’den sonra taptığım 2. İspanyol olan deha inşaat mühendisi Calatrava’nın eserini görmekten ben çok ama çok mutluydum.
Mutluluğum yol almanın bitmediğini otelin, 3 saatlik mesafedeki Costa del Sol sahilindeki küçük bir yerleşim yeri olan Terremolinos’ta olduğunu öğrenmemle biraz sarsılsa da, Alamillo’nun verdiği keyif neredeyse bütün gece yüzümden okunarak 4.30 artıııı bir 3 saat daha yol aldım.
Gece yarısı otele varıp Akdeniz’e sıfır otelin kumsalında dolunayın altında, yalın ayak, ıslak kumsalda yürürken birden aklıma bahtsız kraliçe Katherine geldi ve onun ruhuna elimdeki İspanyol şarabını dolunaya kaldırarak ruhunu şad ederek, yüreğim pis İsabella’ya karşı biraz kindar duygular dolu olarak seyahatime başladım…
Fenikeliler, Keltler, Yunanlılar, Romalılar, Kartacalılar, Germenler, Vizigotlar ve Araplar İspanya topraklarının tarihten bu güne kadar misafirleri olmuş…
Kuzeyden ve Afrika’dan gelen İber’lerin karışımından oluşan yerli halka, zamanla Çingeneler, Yahudiler ve Araplarda karışmış…
Endülüs bölgesi kuzeye göre daha az gelişmiş durumda olmasına rağmen, İspanya’nın turizm, tarım, Flamenko ve boğa güreşi merkezi…
Katolik krallar döneminde dinleri değiştirilmek istenen insanlar yerlerini yurtlarını bırakmak istemeyince çingenelerin yanlarına, dağlık bölgelere göçüp saklanmışlar. Ve sert, gururlu, acı ve tutku dolu Flamenko bir zamanlar toprak ve unvan sahibi olan insanların çingenelerin müziğiyle acı ve baş kaldırışlarını dile getirmeleri sonucu bu topraklarda doğmuş…
Boğa güreşi ise, Mezopotamya’nın tüm dünyayı etkileyen kültür zenginliğinden günümüze kadar gelen bir parçası… Boğa güreşlerinde en çok para ve ün Madrid’te dönse de asıl okullar ve izimler Endülüs topraklarından çıkma…
Endülüs, Avrupa’yı besliyor… İngilizlerin sherry'si, portakal reçelleri hep bu topraklardan…
Endülüs, kendine has coğrafî, siyasî, sosyal ve kültürel özellikleriyle İslam ve Avrupa tarihi içerisinde apayrı bir yeri ve önemi olan bir yer. Yeryüzündeki üç büyük semavî dinin, aynı çatı altında bir arada yaşamalarından meydana gelen bir ortak hayat kültürü.
Endülüs’ten, İspanya’ya baktığınızda; Topraklarından insanları silip atsalar da bizi biz yapan değerlerimiz diyerek eski geleneklerine sahip çıktıklarını, İspanya’yı, İspanyol’u İspanya ve İspanyol yapan bu topraklar üzerinde yaşamış kültürlerdir dediklerini görüyorsunuz…
Ve Endülüs notlarım;
İspanya’nın güneyinde yaklaşık olarak 711-1492 yılları arasında hüküm süren Arapların, İspanya’ya gelme nedenleri hakkında birkaç söylenti var… Bir tanesi Hıristiyanların anlaşmazlığı sonucu yardım istemeleri, diğeri bir prensesin kurtarılması…
Endülüs Emevileri İspanya’nın güney sahillerine hüküm sürdükleri yıllar boyunca huzur, bilim ve maddi zenginlik ve gelişme getirmişler… O zamanda yazılan kitaplar günümüze kadar gelseymiş birçok şey çok önceden keşfedilir, insanlık daha erken bir takım gelişmelere kavuşurmuş…
Araplar Katolik krallar dönemine kadar Endülüs’ü ihya etmişler…
Başkentleri Cordoba’da 850 sütunlu dünyanın 3. büyük camisi olan, günümüzde kilise olarak kullanılsa da yerel halk tarafından Araplardan gelme alışkanlıkla Mezquita yani cami denilen Cordoba Cami görülmesi gereken en önemli eser…
İslam mimarisinin zarifliğine ve gerçek İslam’ın bilimle olan ilişkisine şahit oluyor ve günümüzde İslam nedir?, memlekette olanlar nedir? Nolu yo leeyn diye düşünmeden edemiyorsunuz…
Cordoba Camisinin içinde İslam, Gotik ve Rönesans akımlarını bir arada görüyorsunuz…
Sedir ağacından yapılma tavanları zaman aşımına uğramış… Sultanların gücünü ve ihtişamlarını sergilemek için zamanla ek yapıla yapıla genişleyen Cordoba camisinin 4 tarafı Kiliseye çevrildikten sonra duvarlarla örülmüş, bahçedeki hurma ağaçları Müslümanlığın izini silmek için sökülmüş ve bahçe palmiyelerle donatılmış…
Labirent içindeymişsiniz hissini veren Cordoba Camisinden çıkar çıkmaz, artık izleri kalmamış olan Yahudi mahallesine geçiyorsunuz. Yahudi mahallesinin daracık sokaklarını oluşturan binalar çiçek dolu. Çiçekli sokak diye adlandırılan sokaktan, Cordoba Camisinin eski minaresini, yeni çan kulesini çok güzel bir perspektiften görüyorsunuz görmesine ama kalabalıktan düzgünce fotoğraflamanız imkânsız! Çiçekli sokağın çiçekleri belediye tarafından korumaya alınmış. Belediye tarafından korunan çiçekleri olan Yahudisiz Yahudi Mahallesi!
Pis İsabella geliyor yine aklıma…
Toledo’da katedralin duvarında ki işkence aletlerini hatırlıyorum…
Din değiştirmeyen Müslüman ve Yahudiler kollarından katedralin duvarlarına asılırmış…
Ve bu vahşi kadın, boğalara acıdığından boğa güreşini yasaklamaya kalkmış! Çok kanlıymış, vahşet içeriyormuş diye… Ay hiç güleceğim yoktu wallahi ilahi isabella…
Cordoba sokakları öyle şirin öyle güzel ki…
Beyaza boyanmış veya çıplak taş evler…Ferforje cumbalı balkonlar, pencereler… Madrid gezim sırasında yerel rehber kafesli pencere ve balkonların eskiden Müslüman evi olduğunu söylemişti…
Evlerde Afrika kültürünün izlerini hala görmek mümkün… Pencere ve balkonlar hasır gölgeliklerle dolu… Hasır yoksa yeşil kumaş…
İspanya’nın en eski yerleşimlerinden olan kaya üzerine kurulu muhteşem bir manzaraya sahip, İspanya’da ilk defa boğa güreşlerinin yapıldığı ve en eski arenasıyla ünlü bir dağ kasabası olan iç kesimlerde yer alan Ronda muhakkak görülmesi gereken yerlerden.
Ronda masal kitaplarındaki gibi bir yerleşke. 11 ve 16. yüzyıllarda yapılmış olan eski ya da Arap köprüsü diye adlandırılan köprüsü muhteşem bir yükseklik üzerine inşa edilmiş. Ve bir zamanlar köprünün ayakları zindan olarak kullanılmış.
Ronda’da beni en çok etkileyen geçmiş yüzyıllardan kalan ve hala sapa sağlam kullanılan evlerden çok, biletlerinin dehşet pahallı olduğu, sadece özel zamanlarda güreşlerin yapıldığı Şu anki görünümüne 18. yüzyılda kavuşmuş olan Plaza Toros arenası oldu.
Rondo belediye başkanına, boğa güreşi izlemek isteyen kan ve vahşeti filmlerden gördüğü kadar sever bir manyak olduğumu ve gerçeğini görünce dayanıp dayanamayacağımı bilmesem de gelip izlemek istediğimi belirten bir mektup yazmayı düşünüyorum. Bir şekilde bir gün muhakkak İspanya’da boğa güreşi izleyeceğim !!!
Rondo’dan sonra, niye benim hiç yatlı katlı bir arkadaşım yok niye diye hayıflandığım, jet set’in uğrak yeri olan ünlü liman Marbella Porto Bonus’a geçtiğimizde burnumun direği Kıprıs’ımın Girnesi’nin özlemiyle sızladı… Bu kadar mı benzerlik olur! Ahanda Girne ahanda Porto Bonus ! Akdenizin coğrafyası, evleri, yaşam biçimi her yerde aynı…
Porto Bonus sonradan yerleşime açılmış bir yerleşim yeri. Evlerin çoğu sıcak yüzünden dağın eteklerinde. Ki bu evlere ev değil güççük birer malikâne demek daha doğru olur… Lüküs hayat villaların çoğu Holiivuuut ünlülerine ait… Yeni zengin Rusçuklar çoğunluğu birer ikişer elde etmeye başlamışlar.
Liman yat kat sever ve anlayanlar için cennet kıvamında… Yattan çok araba manyağı olduğum için süper lüks ve ötesi yat ve katlardan pek anlamadan ahanda böyle şeyler vardı diye eş dost için limanı fotoğrafladım…
Liman, alışıla gelmiş eski limanların tadında değil… Yeni binalarla dolu olduğundan pek cazip gelmedi bana… Denizin dibinde içlerinde en acıdığım ay ne çirkin bi binada yazık diye üzüldüğüm Lui Vitoncuğunda olduğu lüks mağazalar ve cafelerle dolu olan limanda ömrümde görmediğim kadar Ferrariyi bir arada görüp, içlerinden bi tanesinin sahibinin bana ilk görüş aşık olması için umutlansam, dilekler dilesem de, oturduğum cafedeki zengin Fransız çıtır oğlanla sohbet etme ötesinde bişi olmadı !
Aaa olmaz olur muuuu… Paskalya için memleketine gelen Banderas’ı yakından görüp ay bumuymuş, çingene leeeyn hıııh diye ükelalık yaptım !!! Fotoğraf derseniz çekemedim abi… Çünkü o kadar sıradan geldi ki… Yanımda ki Fransız çıtır gösterene kadar ben önümden geçen şahsiyetin kim ne olduğunu çakozlayamadım…
Porto Bonus, şemsiyenin altından da olsa bedenimi yalayan güneşin mayışıklığında mürekkep balığı yafrusu yiyip, şarabımı içerken, bir zamanlar limanında oturup keyif aldığım Girnem’in limanını arattı… 10 küsur sene ak denizde yaşamış, o coğrafyanın sosyal özelliklerine alıştıktan sonra büyük bir hay huyla artık sadece hafta sonunda yapılan keyifler yaşayabilen biri olarak bedenimin, ruhumun, ak denizi çok ama çok özlediğini analdım. Ruhuma ak deniz o kadar iyi geliyordu ki… Onca telaşa, işe, strese rağmen siesta vaktinde gidilen deniz kenarında yenilenmek, mayışmak ve sonra kaldığın yerden devam etmek…
Evet, Ak denizi özlemiştim…
Arkama yaslanıp gitme saatine kadar, gelen geçeni izleyerek yüzümde keyifli bir gülümsemeyle oturarak anın keyfini özlem ve mutlulukla çıkardım.
İspanyolca nar anlamına gelen, Araplardan günümüze değin korunarak kalan Albaicin ve Alhamra adlı iki tepe üzerine kurulu Granada önemli şehirlerden. Sierra Nevada dağlarına sırtını dayamış, yüksek kayalıkların tepesinde senelerce bakımsız kalıp sonra değerinin bilindiği El Hambra Sarayı görülecek en önemli yer. İslam sanatının şaheserliğine tanık oluyorsunuz… Ve İslam bu diyorsunuz, yeşil, güzellik, bilim, matematik… Paskalya’dan dolayı biletimiz olmasına rağmen kışlık sarayı gezemedik. 2. kez Endülüs’e sırf sarayı gezmek için gelen bir çift şansızlıklarına öyle bir hayıflandılar ki… Kışlık saraya sınırlı sayıda ziyaretçi alınıyormuş ve paskalya döneminde törenlerin bir kısmı burada gerçekleştiriliyormuş… Başka bir sefere inşallah diyerek muhteşem bahçesini ve yazlık sarayı gezebildik ancak…
Fernando ve İsabella’nın mezarları Granada’da eskiden cami olan bir alan üzerine yapılmış capilla mayor katedralinde… Herkes katedrali görmeye giderken ben aradan yüzyıl geçmesine rağmen Müslüman ve Yahudilere yapmış olduklarını protesto etmek için İspanya’nın her köşesinde bulunan büyük alışveriş mağaza zinciri El Corte Ingles’e doğru yola koyulup İspanyol peyniri alışverişine gittim!
Kinci miyim neyim acep?
Ve İsabella protestoma alınmış mıdır hıım ne dersiniz?
Fernando ve İsabella’ya rağmen Granada ara sokaklarında ki mimarisiyle son derece etkileyici bir şehir. Gezilip görülecek daha bir sürü şey vardı ancak saray neredeyse tüm yarım günü aldı…
Ve sevgili arkadaşımın soyadını aldığı ve Fenerbahçelin mağlup ettiği Sevilla… Sevilla benim için, Santiago Calatrava’nın Expo 92 için tasarladığı Guadalquivir nehri üzerinde ki, Alamillo köprüsünden dolayı özel bir yer oldu.
İspanya Meydanı, bir zamanlar Latin Amerika’dan getirilen altınların saklandığı Altın kule, Columbs’un mezarı, Carmen’in bir zamanlar çalıştığı tütün fabrikası, Sevilla berberinin oturduğu söylenen ev, Yahudi mahallesinden geçip daracık Endülüs sokaklarının arasından önüne çıktığınız Don Juan’ın sevgilileriyle buluştuğu söylenen otel ve yine Arap ve Yahudi sanatkârların elinden çıkma şaheser Alkazar sarayı ve sadece Amerika kıtası için yapılmış İspanya’da ki ilk dünya fuarının gerçekleştirildiği Maria Luisa parkı görülmesi gereken birkaç yerden bazıları…
Endülüs tadına 4 günde varılabilecek bir lezzette değil… Daha fazla zaman gerekiyor, tüm ara sokaklara girip çıkmanız, tüm taşlara, tarihe dokunabilmeniz, ak denizin dalgalarında bedeninizin arınabilmesi, denizden ne çıkarsa doldurulmuş nefis paellalar, domuzcuk salamları ile midenizin bayram etmesi, sangria ile en ama en mutlu halinize kavuşmanız ve flamenkoyla acıyı, tutkuyu, başkaldırıyı, aşkı tüm bedeniniz titreyerek ta yüreğinizin içinde hissetmeniz için…
Hiç tahmin etmediğim kadar büyük bir rahatlama yaşadım, huzur ve keyif aldım…
Ak deniz ruhumun kalayı oldu…
Uzun zaman sonra yeniden ışıl ışıl parlamaya başladım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder