Etiketler

15 Ekim 2014 Çarşamba

Essaouira

Essaouira Fas'ın süprizlerle dolu bir ülke olduğunun kanıtı!
Yüzyıllardır bu topraklar üzerinde yaşamış uygarlıkların nefis bir melezi...

Okyanus severmisiniz bilmem... Ben severim... Kendisiyle 19 yaşımda İngiltere'de tanıştığım günden beri pek bi sever, cazibesine kapılırım giderim... Gel-git keyfi, gel-git yüzünden icat edilenler yapılanlar vs... Du yaw bi ara bu konuda yazim ben :) Neyse konumuza dönelim; 

Okyanus kenarı eski bir Portekiz kenti, Afrika'da, müslüman bi ülkede... Ekiiistıra tur olsada gidilip görülmesi gereken diip avrolarıma kıydığım iyikide kıydığım bir kent Esaouira!

Berberi lehçesinde güzel tasarlanmış kent anlamına gelen, adını bu kadar hak eden başka bir kent olamaz bence... Şu Berberiler 'genius loci' olayını iyi çözmüşler sanırsam... Bi Berberi ile oturup sohbet etme imkanım olmadı... Olmasını isterdim... Neyse konuya dönim... (anlaşılan bu yazıyı yazarken konuyu çook dağıtıcam, yazar uyarsın geniş zamanda okuyun bari bu yazıyı) 

Neredeyse kenti ele geçirmeyen kalmamış... Eeee su kenarı, ticaret yolu üzeri... Kaçırır mı millet! Kartacalılar, hiç bi yerden eksik kalmayan Romalılar, Berberiler derkeeen 1740 yılında Portekizliler gelmişler... 

Ve kent nefis bir melez güzeli olmuş sayelerinde... Ne Arap, ne Portekiz... Tam yerine uygun, yerine has tüm uygarlıkların izlerinin olduğu sizi gülümseten, bi yaz inşallah bi gün para biriktirirsem bi okyanus tatili için buraya geleyim dediğiniz bi yer olmuş...

Walla dünyayı keşfetmek için geç kalmışım... Anam keşke erken doğursaymış beni bi Santorini'de bir de burada yıllar önce gelip 'bakir' halini görmek harika olurmuş dedim!

Ünlüler ben daha portakal bile değilken burayı keşfetmişler, tadını sürmüşler... Şimdilerde hepimizin elinde akıllı telefonlar ve herbirimiz bir paparazi olduğumuzdan eski huzurlu-kaçış-kimse bizi burda tanımaz-bilmez hali kalmamış... Ben ünlü olsam gitmem mesela! :p 

Fas'ın Avrupa ile bağlantısını sağlayan bu tayni şirin kente limandan giriş yapıyoruz. Sol yanımızda beyaz köpüklerini sevinçle üstümüze fışkırtan Atlas Okyanusu eşliğinde bizleri okyanusa açılıp balık tuttukları mavi kayıkları karşılıyor. Onlara tam olarak kayık denemez... Kayığın irisi diyelim... :) Kobalt mavisi, suyun içinde, dışarda yüzlerce kayık irisi... Nasıl nefis bir manzara... Turla gelmemiş olsam bir günümü liman girişinde geçirir güneşe göre her saat yüzlerce fotoğraflarını çekerdim! 

Kobaltın baştan çıkarıcılığından gözlerimi ayırdığımda, eski bir tanıdık göz kırpıyor... Lizbon'u bilirmisiniz? Bilirseniz şirin Belem Kalesini de bilirsiniz... Hıh Portekiz mimarisinin tipik izlerini taşıyan Essaouira surları ve uzakta okyanusun neşeyle duvarlarını dövdüğü kale! 

Bir anda canım yeniden Portekiz'e gitmek istiyor. Ben Portekiz'i çok sevmiştim. Bu arada Blogta Portekiz yazımı bulamadım. Zannedersem bir ara bloglar kapandığında uçan yazılarımdan olmuş çok üzüldüm :( 

Solunuzda beyaz köpükler, şansımıza güneşli ama esen ısıran demicem hafif hafif donduran bir hava eşliğinde kaleye doğru yola koyuluyoruz.

Öyle şirin bir yerki! Beyaz köpükler, beyaz binalar, Portekiz ve Arap-Endülüs izleri... Bir mimar olarak en sevdiğiniz oyun bahçesindesiniz!

Fotoğraflamaya doyamıyorum! Bir duvar kenarına çöküp saatlerce sketch yapmak istiyorum!
Ben daracık yolları süprizli avlulara açılan bu kentte bir oda tutup yaşamak istiyorum!
Biraz pis sokaklar...
Müslümanlık ve temizlik, dinin şartlarından olsa da başaramadığımız bir şey...

Nereye çıktığını bilmediğim labirent sokaklarında duvarları elleye elleye dolanmak, kaybolmak istiyorum...
Ama vakit sınırlı... Yapmak istediğim bir kaç şey var... Sokaklarında dolanmak, nefis deniz ürünlerinden yemek, cafelerinden birinde oturmak veeee Okyanusa gitmek! 

Ama nedense turdaki diğer yalnız kadınlar tarafından pek bi çekim alanıyım...
Hepsi bir kere bana yanaşıyor birlikte dolaşalım diyor...
Ben arıza gezginim! Kimsenin ayağına uyamam! Hiper bişeyim gezginken... İlgi alanımı-vaktimi bölecek şeylere tahammülüm yok! Ama adım yabaniye çıkmasın diye uslu kız rolüne bürünüyor, yalnızlardan bir tanesine izin veriyorum... :)

Beraber dolaşmanın tek iyi tarafı fotoğraf çektirtecek birinin olması o kadar! Boydan-postan bi kaç fotoğrafımı çektirdikten sonra içimdeki huysuz kadın hadi ayrıl şundan tek başına dolan demeye başlıyor... :) Ama içimdeki huysuz haklı, her dükkana girip terlik bakmaya başlayınca bana geliyorlar! Benim için alışveriş en son şey! 

Biraz alçakça ama ben yan sokaktaki dükkana bakıp geliyorum diyip tüyorum... 
Beyaz duvarlı, nefis kapılı pis sokaklarda kocaman sırt çantam ve ben...
Meydanlardan birinde bir cafeye çöküyorum. Neredeyse en salaşı! Bir kaç adım öetedeki şık cafeleri değil canım orayı istiyor... Eski coca-cola masalar, pis plastik sandalyeler... Hiç birşey umrumda değil... Black bi nıs nıs söyleyip bir sigara yakıyorum... İnsanları izliyorum, başımı yukarlara kaldırıp oturduğum yerden fotoğraf makinemin zomuyla detaylar çekiyorum...

Hayat basit ve sade ne güzel... Okayanus duvarların ardında kaldı ama rüzgar onun kokusunu getiriyor... Yüzümde bir gülümseme, bacaklarım donmuş durumda ama nasıl mutluyum!

Kahve keyfinden sonra nefis bir ziyafete doğru yola koyuluyorum... Şık bir restoran yerine kentin girişindeki salaş balıkçılara doğru gidiyorum. Rehberimiz onları tavsiye etmişti... 

Denizden babam çıksa yerim! Allahııım binbir çeşit balık ve kabuklu! Hangisini yesem? Hepsini yeseeeeem!!! 

Rehberimiz Bora bey, balıkları seçip pazarlık yapmalısınız demişti... Gözü dönmüş deniz mahsülleri canavarı olarak jumbo karides, kalamar ve tayni bir istakoz seçip pazarlığa başlıyorum... Aslında pazarlık umrum değil... Adam ne dese vericem! Öyle nefis, öyle canlılar ki! Pazarlığı pek uzatmadan ağzımın sularını tezgaha daha fazla akıtmadan orta karar bi fiyatta anlaşıyor ve binbir millletten insanın bir arada keyifle balıklarını yedikleri masalardan birine geçiyorum... Karşımda parmaklarını yalayan bir Alman var... Biraz sonra ızgarada pişmiş siparişlerim gelince bende onun gibi yapacağım... Yooo bebeğim burada elle yenir!!! Jumbo karidesleri elle yemedikten sonra yemeğin daha iyi! 

Fix menü salatam ve nefis ekmeklerim önden geliyor, onlarla altlık yaparken barakanın dibindeki mutfağı izliyorum... Balıklar seçiliyor tartılıyor, pazarlık yapılıyor sonra hoop mutfağa... Barakanın ayıklama  şefi tık tıık hızlı bir şekilde ayıklama yapıyor ve ızagara başındaki şefe veriyor...

Dünyada keşfedilmeyi, görülmeyi bekleyen ne hayatlar, tadılmayı bekleyen ne lezzetler var... Sponsor bulmalıyım kendime! Teeez... :) 

Tanrım, ızgarada pişmiş siparişlerime 2 tanede balık eklemiş balıkçı... Jest yapmış... Ooooy ooy oooy... Gidip yemelisiniz! Ben keyifle parmaklarımı dişleme tehlikesi atlattığım lezizlikleri yerken rehberimizin peşinde tur beliriyor... Anaaaam walla bazı insanlar köpek balıklarına yem olmalı! Balıkçı neredeyse kesip tezgaha taze avlanmış Türk diye koyacaktı bir kaç hatunu! Barakaların girişinde balıkların fiyatı yazılı... seçtiğin balığın kilosuna göre hesap-kitap yapılıyo... Cebindeki neyse ona göre yersin içersin... Sanki hiç balık almamış, sanki balık kilo ile satılmıyo! 40 tane şey tarttırtıp vaz geçtiler... Bu arada yan gözle bana bakıyorlar bende inadına parmaklarımı ağzıma sokup yalıyorum, Almanlardan sonra masama oturmuş İtalyanlara da bene beneeee molto bene diye laf yetiştiriyorum! :))

Neyse efem, leziz ziyafetten sonra kendimi okyanus kenarına atıyorum...
Rüzgara rağmen güneşlenenler, sörf yapanlar...
Up uzuuuun kumsal...
Beyaz köpükleriyle gel bizimle oyna diyen Atlas okyanusu...
İlk başta su buz geliyor... Ama pek bi keyifli koca dalgalarda, yürümek, koşmak, zıplamak! 
Geri dönmek istemiyorum...
Küçücük melez kentte yapacak o kadar çok şey varki...
Sizi bilmem benim için vardı...
Günü okyanus üstünde batırmak, leziz kabukluları keyifle yerel şaraplarla yemek, vakit sıkıntısı olmadan labirent sokaklarda kaybolmak, üşenmeden alet-edevatlarını getirmiş ressamlarla gördüklerini kağıda aktarmak... Kobalt mavisi iri kayıkların üstünde batan güneşin renk oyunlarını izlemek, martılara ekmek atmak, okyanusun kıyıyı döven neşeli beyaz köpüklerine neşeyle eşlik edip tüm derdi tasayı okyanusa atmak...

Dünyada görecek çok yer var...
Huzurlu, basit ve sade...
Rüzgarın getirdiği umut, beyaz köpüklerin hissettirdiği neşe... 
Essaouira melezliğin tadı damağınızda kalan kent...
Fas bin bir çeşit süprizli ülke... 

14 Ekim 2014 Salı

Marakesh

Kara kıtanın kırmızı kenti Marakesh!
Nasıl anlatsam ki...
Palmiyelerin bu kadar yakışabileceği, kızıllığın bu kadar güzel durabileceği, ortaçağ ile şimdinin birlikte yaşayabildiği, masalla gerçeğin bir arada olduğu başka kent varmıdır? Yoktur?

Beyaz şehri arkamızda bırakarak 3 saat sürecek Casablanca-Marakesh yolculuğumuza gezimizin 2. günü başladık.

Ülkemde bayramın 2. burada 1. günü...
Namaz geç kılındığı için akın akın Casablanca'nın ünlü büyük camisi 2. Hasan Camisine gelenleri arkamızda bırakarak uçsuz bucaksız kızıl toprakların ve kaktüslerin bize eşlik ettiği nefis bir yolculuğa çıktık.

Benim için nefisti... Diğer yolcuları bilmiyorum...
Kırmızı-taşlı toprak sıradan değildi...
Uçsuz bucaksız kurak toprak işte yaa diyeceğiniz bir coğrafya değil...
Yol boyunca toprağın renginden dolayı nefis kerpiç evler, kerpiç duvarlar size eşlik ediyor...
Ve adamların kerpiç bir duvara bile sanat-hareket katmış olduklarını görüp her birini kaçırmamak için dört gözle cama yapışıyorsunuz...

Coğrafyanın-doğanın koşullarını çok güzel kullanmışlar...
Kaktüsler 'çit' görevi görüyor...
Kırmızı toprağın üstündeki taşlar duvar oluyor...
Kaktüs çitler çok ilginç ve hoştu...
4 tarafı dev kaktüslerle çevrili toprak parçaları...
Kırmızı ve yeşilin gülümseten uyumu...

Faslılar nane çayını çok seviyorlar...
Her yerde nane çayı! Şekersiz demesseniz şekerli geliyor... Ben kahveci olduğumdan rehberimiz Bora Taşkaya'nın önerisine uyup 'Nıs Nıs' larını içtim hep.

Yolda bir benzin istasyonunda mola veriyoruz ve nıs nıslarıyla keyif yaparken adamların peyzaj kültürlerine hasta oluyorum. Yok ya da az olunca 'yeşil' ne kadar değerli oluyor! Benzinliğin bahçesindeki peyzaj çalışması lüküs yazlık bölgelerimizdeki evlerde yoktur!!! 

Peyzaj çekimi yaparken otobüste yanımızdan geçerken çokca gördüğüm motorculardan bir tanesi gözüme ilişiyor...

Nefis bir motor ve nefis bir hatun!
Anaaaa Afrika'da, müslüman bi ülkede motorcu bi bacı! 
Ülkemde şehirlerarası bi yolda bu manzarayı görmem çok nadir hatta zor!

Bacı saçlarını sallaya sallaya kaskını çıkardığı anda 'ben şu motor işini çözmeli, ehliyetimi almalı ve burada yol yapmalıyım' diyorum!

Ülkeye bakarmısınız süprizlerle dolu!

Fotoğraflamaya-bakmaya doyamadığım kırmızı topraklı yollardan sonra şehre giriş yapıyoruz...
Rehberimiz bir şeyler anlatıyor ama ben sağır olmuş durumdayım...
Kırmızı kerpiç şehir surları ve etrafındaki palmiyeler, göğün maviliği beni benden alıyor ve çocukken dedemin anlattığı masallardan birine gidiyorum.

Marakesh, batılıların doğu ile kurduğu hayallerin gerçeğe dönüşmüş hali...
Nasıl anlatsam bilemiyorum? İstanbul'a gelen her ecnebi eski resimlerdeki tabloyu görmek ister yada usunda o hayal vardır... Hıh bende öyle bi hayal-gerçeklikteyim. Avrupalı-Doğulu müslüman bi ülkeden gelmiş ben batılının bize komik gelen-anaam cahilmisiniz yaa diye alay etiğimiz düşündeyim! Düşte değil gerçekteyim! Masaldayım ama gerçekteyim!

Anlatamadım... Neyse... hee diyin geçin :) 

Şehre girer girmez ilk durağımız ressam Majorel tarafından yaptırılmış botanik bahçesi oluyor. Bahçe yöreye özgü çeşitli bitkiler ve kaktüslerle dolu. Benim gibi kaktüs sevdalısı değilseniz normalde gelip görmezsiniz. Buraya millet akın akın Yves Saint Laurent'in evi olduğu için geliyor! 

Halka açık bir bahçeyken YSL parayı bastırıyor ve alıyor! Anam modacı bi sevgili mi yapmak gerek ne?! :p  Abi o evde-o bahçede aşkdaaa yaşanır, tasarımda yapılır! Öyle bi yerde yaşasam tasarımcının en ünlüsü olurum beeeea! :p 

İlk nane çayımı Jardin Majorelle'de tadıyorum. Yok anam ben almim... Hastayken bile almim... Ama sunum nefis! Çaydanlık, bardak, çaydanlığın üstündeki kırmızı örtü... Bene bene... Ben nane çayını sevmedim ama yanında verilen bademli kurabiyeyi sevdim... :) 

Bahçeyi saatlerce gezebilirdim... İlk orada Marekesh'e bir daha gelicem fikri düştü usuma :)

Ordan çıkıp Marekesh'in kalbine doğru yola koyulduk; Jemaa el-Fnaa'ya.

Bu meydana gelmeden önce Kuttubiye Camisine gittik. Dikdörtgen formda, Afrika ve Endülüs mimarisi izlerini taşıyan caminin minaresi Marekesh'te her yerden görünüyor. Sadece nazmaz saatleri içeriye girebildiğiniz caminin kapısından başımı uzatıyorum ve fotoğrafçılık anlamında çok başarılı olmayan bir-iki poz çekiyorum. 

Dış cepheden nefis fotoğraflar yakalıyorum ama... Kırmızı duvarlarına dokunmadan edemiyorum... Taş ve işçilik... Gizli mimar hastalığı dokunmak-hissetmek :) 

Güzel ama yorucu bir de acıktıran bir yolculuk yaptığımız için, ölüler meydanı anlamına gelen Jemaa el Fnaa'ya geldiğimizde kimse rehberi dinlemek istemiyor. Açıız açıııız biiiz nidalarımıza dayanamayan rehberimiz bize yemek yiyeceğimiz mekanları önersede onun peşinden ayrılmıyor ve hep beraber meydanı yukarıdan görebileceğimiz Cafe Farnce'a giriyoruz. 

Bayramın 1. günü olduğu için meydan boş. Biraz hayal kırıklığı tadı. Ama içimdeki Polyanla öyle boş halini her zaman görmen mümkün olmaz doyasıya fotoğraf çeksene diyor! 

Toprak kaplarda pişirilip servis edilen  Tajinlerimizi sipariş ediyor ve meydanın yukardan keyfini çıkarmaya başlıyoruz...

Kırmızı ve sarı...
Kocaman bir meydan... 
Tek-tük yeme-içme tezgahları, büyücüler, falcılar, maymun ve yılan oynatıcıları...
Meydanın arkasında alışveriş delilerini tutkuyla çağıran labirent Souk! 

Fas'da tavuk etine yeşil zeytin, kırmız ete erik koyarak pişiriyolar. Oooow tanrım... Yazarken bile ağzımın suyu aktı... Normalde ben kuzucu değil danacıyımdır... Allahım o nasssı nefis bi kuzu eti! Hele o erikler! Utanmasam bana bi kap pişmiş erik getirin dicektim! 

Nefis yemek ziyafetinden sonra şehri gezmeye devam... Souk bayramdan dolayı boş... Neredeyse in-cin top oynuyor... Paskalyada avrupaya gidilip tükkan dolaşılmazsa bayramlarda da müslüman ülkeye gidilmez! :)

Sanki dükkanları rehber kapamış! Alışveriş delisi hatunlar dükkanlar ne zaman açılır derdinde! Rehberimiz bayramların burada hala 'bayram' olarak kutlandığını ilk günden sonra hatrı sayılır dükkanın açılacağını söylese de kadınlar depresyona girdi! :))

Souk'un boş sokaklarında bize özel tur yaptıktan sonra şehri uzun yıllar yönetmiş, şimdilerde yahudi mahallesinde bulunan Ba Ahmed'in sarayı Bahia'ya gidiyoruz. Endülüs karşımda! Sarayın işçiliği nefis!Nefis ama Endülüs mimari açıdan daha etkileyici... Bu topraklardan gidenlerin yaptığı Endülüs'ten sonra, o mimarinin çıktığı yere gelince daha bi heybetli bir şeyler bekliyorsunuz... Ama kitabını okuyup filmini izlemek gibi bir tad buluyorsunuz... Mimari açıdan Endülüs diyorum... O Araplar daha iyi şşş ;)

Marekesh gecesiyle-gündüzüyle sizi hareketsiz bırakmayan bir şehir. 
Gelen turistlere ülkeyi nasıl tanıtsak-nasıl eğlendirsek diye düşünüp tek bir çadırda başlayıp eğlence imparatorluğu kurmuş Ali'nin yeri Chez Ali'ye gidip klasik turist eğlencesi yaşıyoruz ilk Marekesh gecemizde.

Yani gitmeseniz de olur, gitseniz de...
Adam binbir gece masallarını inşa ettirmiş...
Nefiiis bir yarım kuzu, ince köftelik bulgurumuzmuş bu ya dediğiniz haşlanmış balkabağı ile servis edilen yummy kuskus ve Marekesh şarabı eşliğinde at üstünde usta cambazlıklar yapan prensini izleyen bir prenses moduna da girebilirsiniz ya da klasik Türk olup masanızdaki insanların özel hayatını merakla öğrenmeye çalışıp-anın keyfini çıkarmaya çalışmayan bi huysuz da! :)

Yemek nefisti! Hele Fas şarabıııı !!! 
Yemekten sonra yapılan atlar üstündeki gösteri ise bana Sahra'ya gitmem gerektiğini hissettirdi!
Sahra'da at üstünde cambazlık yapan Araplar beni bekliyo sanırsam!
Ben de de ne hayal gücü var be arkadaş!!! Gidicem Sahra'ya bi tane at üstünde adam görmicem! Ama hayalim de at üstünde Sahra adamları var! :)))

Dedim ya Marakesh'in gecesi ayrı güzel gündüzü ayrı...
Unesco tarafından korumaya alınmış Jemaa el Fnaa'ya gece-gündüz gitmelisiniz!

Ortaçağ ile şimdinin kucaklaştığı, renkli, eğlenceli, sanki dünyanın merkeziyle-insanlıkla-köklerinizle buluştuğunuz bir mekan!

Nereye bakacağınızı şaşırdığınız, renklerin, binbir çeşit baharat kokularının ve tam tamların sizi sarıp sarmaladığı gerçek ama masal alemi bir yer!

Biraz dikkatli olmanız gerekiyor... Çalma-çırpma var... Hatunlara çok bi saldırı yok... Bizim metrobüslerimiz daha tehlikeli o anlamda! 

Seyyar dişçiden, büyücüye, daha önce hiç görmediğiniz, aklınıza gelmeyecek oyunculara, masal anlatıcılarına, bi tezgahta aynı anda balık-tavuk ve daha bisürü bişeylerin daha pişirilip satıldığı yeme-içme tezgahları...

Anlatılmaz ki!
Orda olup görmeli-koklamalı-duymalı ve hissetmelisiniz ve tadmalı!
Ama bizim Türkler aaaay yemem, aaay korktum, ay aaaay!
Kardeşim Fas'da ne işin var öyleyse!
Hadi geldin gece çıkma o zaman bu meydana!
Aaaa aaa!

Hayatımın ilk sümüklü böcüğünü burada yedim! Iyyk! Ama denemek istedim!
Yani leziz ama kullandıkları baharatlardan dolayı bana çok tuzlu geldiği için yiyemedim... Ha bide yutarken ıslak-kaygan... Ama 5.-6.dan sonra alışırdım da etfafımda 'aaay nasssı yiyon' tipleri olunca mahalle baskısı şeysi oldum :) 

Marakesh gece hayatı çok çeşitli...
Clubları nefis, biz Türklerin özlemini duyduğu kumarhaneleri filan...
Gruptaki herkes aradığını bir şekilde buldu!

Ben araştırmacı yazar modunda herkesin bi kere peşine takıldım!
Yazacam ben, görmem lazım diye!
Bi gün bu yazacam görmem lazımlarımdan başıma bi mok gelecek ya du bakalım! :))

Efenim biz Türklere sıradan yerler olmaasss... Nerde lüküslük biz orda. Mamounia Otelinin casinosu ve cafesi bizlerin müdavim mekanı oldu 2 günde! Allahım o nasssı bi otel! Siz din 7 ben dim 10 yıldız! İşte böyle bi coğrafya da öyle bir otelde kalacaksın ki masalın prensesi ol! 

Anam anaaam oy anam...
Wallahi parası-pulu olanları pek kıskanmam ama bu oteli gördükten sonra içimde çirkef kıskanç bi kadın hortladı!

Doğu-Arap masal diyarı!
Anlatamicam... Kıskançlığım hortluyo!
Sadece şunu söylim cafesinin bahçesinde bir kadeh şampanya içmek kaça maaal olursa ossun şifa niyetine gelebilecek bişeydi de para yoktu aq! :))

Lüküs hayatı deneyimleyip rehberimizi, tamam, sanat, kültür, siyaset bizi şişirdiğin-pişirdiğin dedik turu kadınları olarak gecelere akmak istiyoruz akıttır bizi! 

Wallahi ilk defa bi turda rehbere acıdım! 15 kadın tek adam! Hepsi de ayrı tellerden çalan, Marakesh gecelerine akmak isteyen! :)))

Rehberimiz bu geceden sağ çıkacakmıyız korkusunu duymamışsa şaşarım! Bizi müdavimi olacağımız Palais Jad Mahal'e götürdüğünde allahııım allahım hepimiz öyle mutlu olduk ki! Ertesi gün erken saatte Essaouira turumuz olmasına rağmen 12'den sonra çıkacak dansözleri bekleyip deli gibi eğlendik! 

Gece hayatı işini biliyorlar anacım! Coooool kadınlığımı bırakıp ben bile dansözle 2 göbek attım yaaa... :) 

Masalsıydı Marakesh!
Yazacak çok şey var...
Ama hayat devam ediyor... İş-güç ve sosyal hayat var... 
Üniversite dostlarım Asya kıtasında onlarla buluşmamı bekliyorlar...
Afrika'dan sonra Asya kıtası... ;)
Devam edecek anacım takipte kalın... :) 

12 Ekim 2014 Pazar

Gezgin Ozy'nin Fas maceraları: Casablanca

Senelerdir gitmek istiyordum...
Gidenleri içten içe yooo açık açık dıştan dışa kıskanıyordum!
Bir mimar olarak Fas'a gitmeliydim!
Bir gezgin olarak Afrika kıtasına ayak basmalıydım!

Sonunda başardım! Aslında ben başarmadım... Annemin süpriz jesti sayesinde oldu herşey; 


Bayram öncesi yoğunluğumuzun had safhada olduğu gün telefonum çaldı;

Alo Ozy hanım...
Buyrun benim...
4-8 Ekimde Pronto tur ile Fas'a gidiyosunuz...
Nereye gidiyorum?
Fas'a...
Yanlış aradınız herhalde...

Sevgili annem tüm yaz amcamın sağlık sorunlarıyla uğraşmamdan ve adam gibi tatil yapamamamdan dolayı Çeşme'ye gitmeden önce vize istemeyen Fas'a kaydımı yaptırtıp öyle gitmiş!!! 


Anaaaa! Fas! Anaaa Afrika! Anaaaa dünyanın en iyi annesi bendeeee!!! :) 

Anaaam anaaaam Afrikaaaaaaaa!!!

Afrika'nın  Cezayir yüzünden Afrika Birliğine üye olmayan tek ülkesi olan Kuzey Afrika'da ki masalsı ülkesi Fas!


Bir gezgin olarak hiç gitmediğin bir kıtaya adım atmak, bir mimar olarak yıllarca dergilerden gördüklerini-okuduklarını görmek-ellemek!



İçim içime sığmaz bir şekilde 4.5 saat süren nefis bir uçak yolculuğuyla kara kıtanın kırmızı topraklı ülkesine adım attığımda ağzım sevinçten kulaklarımda, bacaklarım ise heyecandan titremekteydi!


Afrikadayım olm!!!

Bi bu Afrikadayım durumunu ben yaşıyorum zannedersem! Kimse daha önce gelmediği-gitmediği bi 'kıtaya' gelmiş olmanın heyecanını-sevincini benim gibi yaşamadı!

Afrikaya gidiyorumu dediğim eşim-dostumda hasetlerinden herhalde pek bi mıy mıy hııım güle güle git diyince kimseye nereye gitcemi söylemicem, kimse sevincimi-heyacanımı anlamıyo yeaa diye triptike girdim :) 


Kimse heyecanımı kursağımda bırakmasın diye ilk defa sadece 2-3 kişinin bilgiği bir seyahate adım attım...



Ah nasıl anlatsam... 

Cezayir üzerinden kıtaya giriş yaptığımız andan itibaren uçağın içindeki sakin görünümlü deli sevincimi, uçağın tayni penceresinden gözüken akdeniz ve kara kıtanın farklı renklerinin gözlerimdeki etkisini...

Akdenize paralel uçarken dümdüz kahverengi-sarı toprağın üstündeki parça parça zümrüt gibi parlayan yeşil beni ülkeye ayak basmadan gökyüzünde kendisine aşık etti! 


36 milyoncuk, 16 bölgeden oluşan, Akdeniz ve Atlas okyanusuyla sarılı, Atlas dağlarının ülkeyi ikiye böldüğü, ilk yerleşimcilerinin Berberiler olduğu sonra Araplarla kaynaşmış, sömürgecilik dönemlerinde Fransa ve Portekiz'in etkisinde kalarak farklı kültürleri ve adetleri kaynaştırarark kültürel zenginliği ve renkleri nefis ülke Fas!  

Böyle yerlere turla gitmemek gerek... Kısıtlı zamanda, sınırlı programlarla her şeyi görme şansınız olmuyor... Ancak Pronto Tur bu sefer bölge hakkında bilgisi ve tecrübesi harika bir rehber seçmişti ve klasik turlar gibi geçmeyen tadından yenilmeyen bir seyehat deneyimi yaşadım/yaşadık...

İlk durağımız  Hollywood klasiklerinden biri olan Casablanca'ydı. Casablanca mimari açıdan çok cezbedici bir yer değil... Sam bir daha çal Saaaam repliği kulağımızda (elbet bu replik böyle değil ama yazar burada muzurluk yapma hakkını kullanıyo) Atlas Okyanusu'nun dalgarı bize eşlik ede ede klaşik şehir şehir turumuza başladık...

Bayılıyorum su kenarı, güneşin bedenini yaladığı yerlere... Hele alışık olmadığım farklı bir coğrafyaysa, insanları-renkleri-kültürleri beni benden alıyorsa deyme keyfime...

Sırtımda koca sırt çantam, yüzümde salyalarımın akmasına ramak kalan bir gülümse, Afrika güneşi bedenimde, Okyanustan esen rüzgarla havalanan kumlar uçuşan saçlarımın arasında... 

Ozy Ozborn mutlu canlaaaar!
Memleketimde bayramın 1. günü yaşanırken bu topraklarda takvim farkından arife günü... Ve Arife'nin tüm kutsallığı yüreğimde! 

7.yy'da Berberilerin kurduğu beyaz şehir Casablanca okyanusun beyaz köpükleriyle pek bi uyumlu...

Her seyahatte yanımda sketch yapmak için kalemim ve defterim olur ve çok az yer durup çizim yapma arzusu uyandırır... Kente adım attığımız andan itibaren modern veya eski her şeyi defterime aktarma arzusu duyuyorum... İçimdeki mimar uyandı... Hem de öyle böyle değil... İmkan olsa akşam otele dönünce çizim masasının başına geçip saatlerce tasarım yapabilirim... 

Birleşmiş Milletler Meydanı, Muhammed V Bulvarı, Corniche ve Okyanus kıyısındaki nefis manzarasıyla Hasan 2 Cami ve çarşısı...

Şansımıza kral Casablanca'daydı... Bu hem iyi hem kötü oldu... Kral kentte olunca ne yapıyorlar görme fırsatı verdi ama sıkı güvenlikten oraya girmek yassak bunun fotoğrafını çekmek yasak bayıcı oldu...

Efenim kral bey teşrif edince her yeri bayraklarıyla donatıyorlarmış... Kıpkırmızı bayrak üstüne yeşil islam yıldızı Afrika-okyanus rüzgarıyla salınıp duruyordu... ( O rüzgarın bi adı vardır elbet ama yazar burda gizemli Afrika şeysi yapmak istedi :p) 

Casablanca'nın en ünlü binası, 2. Hasan Cami... Atlantik Okyanusu kenarında, sahilin doldurulmasıyla Fransız Meslektaşımız Micheal Pinseau tarafından kralın 60. doğum günü için tasarlanmış.

Dışardan çok heybetli... Çok çok kütlesel! Ben kralım, heybetliyim camimde öyle olmalı demiş... Bizim eleştirirken çok kullandığımız insan ölçeğinde değil durumunun kanlı canlı örneği... Heybetli, kütlesel, insan-minsan ölçeğinde değil ancak caminin süslemeleri 'zeliş'ler nefiiiiiis!!! El sürmeye-detay çekmeye doyamadım... Gönül isterdiki sol yanından beyaz köpüklerini görüp, sesiyle huşu bulduğum avlusuna çöküp çizim de çizim... 

Dıştan tavafımız bitince içine girdik... İçine girmek öyle bizim camiler gibi kolay değil bu topraklarda... Ecnebi turistler biletle giriyor (bizde yapsak ya canıııım Sinanımın eserlerine) müslümanlar biletsiz... Ancak hala 'laik' olduğumuzu var saydığımız bizim gibi müslüman ama cıbıldak turistlere inanmadıklarından ayet mayet okuyuyorlar... Gitmeden dersini çalışmış hazırlıklı bi gezgin olduğumdan ilk günkü kıyafetlerim cami gezmeye uygundu... Turdakiler gibi valizleri açtırmadan, koca kaplumbağamdan uzun kollu bi buluz çıkarıp giydim ve boynumdaki olmazsa olmazım şalımıda başıma sardığım gibi ahşap işçiliğine hayran kala kala üst kattaki kadınlar kısmına çıkıp mimari gözlemlerime başladım. (Çok bilir ve anlarım cami mimarisinden çaktırmayın şşşş )  

Şincik efendim bu kadar yıllık gezginim ama dili Arapça olan bi yere ilk defa geliyorum. İster istemez 'ezanı' nasıl okuduklarını merak ediyordum. Ana dili Arapça olan birisinin okuduğu ezan ve bizim ezan... Merakla güzel bir şey duyacağımı sanarak caminin içinde fotoğraf çekip dolanırkeeeen 'aaaam kim bağrıyooo laaan' diye zıpladım! Efendim Sunniler ama İmam Malik meshepleriymiş... Ezanı bizim gibi okumuyorlar... O yüzden 4 gün boyunca her duyuşumda noluyooo laan diye yerimden zıpladım! 

Yani bizimkiler iyi okuyunca güzel okuyolar... Yatıp kalkkıp beter okuyana bile şükretmek gerek dedim... Dedim walla... Adamlar bağırıyo lem... 

Neyse efendim, millet namaz kılarken ben de caminin içine girmiş güvercinleri fotoğraflayacağım diye bi tür ibadet yapıp milletten önce dışarıya çıkıp gezgin ve araştırmacı kimliğimle otu boku fotoğraflayacağım diye caminin okyanus kenarındaki bölümlerine indim... Ve az kalsın okyanusa yuvarlanacaktım! Kimse de nerde olduğumu bilmiyo... Okyanus ve Afrika sevdasına ilk günden mefta olacaydım... Tabi kimseye bunu anlatmadım... Hiç bişi olmamış gibi uslu uslu avluya çıkıp beni Fransız sanan turistlerle aaa Türkmüsün muhabbetine başladım :))

Walla yerli halk diil ama ecnebi turistlerce pek bi beğenildim... Bonjurlar eşliğinde başlayan muhabbetlerle ben memleketimin erkeklerinden umudu kesim yeaaa dedim... :p :)))

Anam kıymetimi bilmiyosunuz ben napim! Elin ecnebi adamı kocaman kaplumbağlı halimi beğeniyo! :))

Neyse efem, arife gününe denk geldiğinden ve kralcıkda Casablanca'da olduğundan çarşı Türk kadınlarına pek bi keyif veremedi... Rengarenk desenli terlikler, Çeşme plajlarında harbiden hava civa yapılacak entariler, palmiyeden yapılma örtüler ve benim gibi şalsız, fularsız çıkmam abi diyenler için şallar, ünlü toprak kapları, hasır sepetleri alamadık... Çoğu dükkan kapalıydı, açık olanlarda kesmedi bizi... Alışveriş manyağı toplumuz mukadderaaat! :) 

Otellerimize doğru yol alırken nefis bir manzara vardı. Otelin yerini bilsem yürürdüm... 

Palmiye ağaçlarının arasında kalmış nefis bir deniz fenerinin ardından batmaya hazırlanan güneş, okyanustan esen rüzgarın kaldırdığı kumlarla nefis bir pusluk ve deli gibi sahili döven beyaz köpüklü dalgalar! 

Ve Edip Cansever'in dizeleri kulağımda...


Bin dokuz yüz seksen birdeyiz

Karşınızda eylülün sesi
Ağustosa çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
"Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar."

.....

Yaz geçti, sözgelimi midyelerden yorulduk
Eni boyu belirsiz bir ıslaklıktan
Upuzun gündüzlerden, sevimsiz otellerden
Eylül ki, sorabilir mi
Hüzünler iç kamaştırıyor, aşklarsa niye yoksul
Bir asfaltın kuru sıcak soğuğundayız
Oysa bir deniz feneri mevsimsiz ölür baylar.


Ve ben aşık oldum...
Palmiyeler arasındaki deniz fenerine, kara kıtanın beyaz köpüklü kentinin üstünde batan güneşine...
Kumuna...
Bedenimi değil içimi ısıtan güneşine...
Fas'a geleli 10 saat olmadan aşka düştüm...

Şans eseri otel okyanus kıyısındaydı ve şayet öyle olmasaydı benden beklenmeyen cazgırlığı yapıp odamı değiştirtecektim ama Fas bana burda şanslı olacaksın dedi ve hem okyanus hem de 2. Hasan Cami manzaralı odam beni benden aldı...

Sol tarafımda okyanus, ilerde belli belirsiz gözüken deniz feneri ve tam karşı aksımda 2. Hasan Cami... Sağ tarafta kırmızı topraklar...

Yol yorgunu olmak böyle etkileyici yerlere geldiğimde en gıcık olduğum şey...
Akşam yemeğinden sonra son gücümle Corniche'e doğru yürüyüşe çıktım. 

10 sene kentsel tasarım yapmış yanım hortladı ve bir sürü mesleki fotoğraf çekip inceleme yaptım.

Okyanusa girmek kolay değil diye okyanus suyuyla doldurulan çeşit çeşit havuzların olduğu bir sürü beach club... Mimari açıdan çok başarılı tasarımlar yoktu ancak şehrin göbeğinde, doğaya çözüm üreten çalışmalar olduklarından arşivimde yerlerini aldılar... 

Sahil yolunun tasarımı, sürekliliği, kullanılan malzeme beni hayrete düşürdü! Arap lem bunlar, bizden geri bi ülke dediğimiz ülkenin bir sahil yolu var! Tamam kaldırımlar pis ancak, kaldırım yüksekliği, yola verilen hareket, park önleme zımbırtıları, lambalar... Sömürgecilik iyi bişimiş yaaa diye düşündürttü! 

Faransızların şehircilik anlamında katkısı çok olmuş... Adamları kıskandım! 

Biz mimarlar bok atmayı severiz ama bazen de susup tebrik ederiz! Ettim abi! Afrika'da Arap lem bunlar dediklerimizi tebrik ettim!!!

Yol yorgunluğu, okyanus kenarında mesleki incelemeli yürüyüş yorunca otelime döndüm. Tayni bi şişe Fransız şarabı açtırtıp okayanus manzaralı odama çıktım...

Deliye her gün bayramın gerçek olacağı, ülkem çoktan bayramın 2. gününe uykuya yatmışken ben bayramın 1. gününe uyanacağım ülkenin bana gülümseyen dolunayına bakarak şarabımla keyfe daldım...

Güneşin geç doğduğu, ezanın geç okunduğu Fas'da Otelden ayrılıp Marekeşe doğru yola çıkmadan önce balkonumdan nefis gün doğumunu izleyip her nekadar 'bağırsalarda' 2. Hasan Caminden bana ulaşan ezanı dinleyip keyifle Rick'i terk ettim... :)


19 Eylül 2014 Cuma

Hadeee hadeee Bulgarya'yaaa...

Gezgin bu durur mu durmadı! 
Haftasonu için Bulgaristan'a gidecek eşinin-dostunun peşine olay çıkararark takıldı!!!
Hep gidiyosun beni götürmüyosun yeaaaa... diye rakı masasında yapılmayacak mızımalar sonucu geçen hafta Cuma günü kendimi Bulgarya yollarında buldum efendim. 
(Eee ağlamayana meme yok ;) ) 

Şincik efendim, o kadar gezerim, pasaportum komşu Yunanistan'ın damgalarıyla doludur ancak Bulgaristan'a bir defa ucundan acık 2 saatlik uğrama dışında hiiiç gitmedim niye mi?

Benim baba tarafım Petriç'lidir. 1.Dünya savaşına kadar Yunanistan'ın Serez kasabasına bağlı yeşil-sulak bir yerken Bulgarlar bi gün geliyolar ve Petriç'i ele geçiriyolar... Dedem ve ailesi baya bi işkenceye maruz kalıyor. Hatta suçları-günahları yokken  dedemle abisini zindanlara filan atıyolar... Dedem çıkma fırsatını bulduğu ilk anda atlıyor Serez'den trene İstanbul'a geliyor. Benim ailem mübadil değildir ancak hikayesi mübadil hikayesi gibidir... Babamlara yaşadığı acılardan hiç bahsetmeyip arada 'Bulgarlar çook işkence ettiler' dermiş... Birinci Bulgarya'dan uzak durma nedenim bu, ikincisi ben tayni bi veletken babam arabasına atladığı gibi avrupa turuna çıkmıştı... Dönüşte Bulgar gümrüğünde yaşadıklarını anlatırken ilkokul 3 talebesi ben hayatımda ilk defa ırkçı oldum! Siz benim babama nasssı eziyet edersiniz leeeem? :) 

Sebebi hikmetlerim nedeniyle sadece bir defa arabayla Yunanistan turuna çıktığımızda amcamla ata topraklarımızı görelim diyip 2 saatliğine sınırın hemen dibindeki Petriç'e geçmiş ve gümrükte yaşadığımız eğlencelerden sonra, eve bi Bulgar alıp sabah akşam işkence yapma hayalleri kurarak ülkeyi terk etmiştim :) 

Bir Cuma günü İstanbul'u terk eylemenin işkencesinde ara-arka yollardan Kapı Kule Gümrüğüne vardığımızda hep filmlerden gördüğüm gümrük beni pek bi heyecana sevk eti. Bu güne kadar hep İpsala'dan çıkmıştım... İlk defa milli oluyodum, bu heyecana böbreklerim dayanamadı ve... Anaaaa o neee?! Gümrüğün tuvaleti paralı! 1 liranız yoksa avro olur diye adam köşeyi dönüyor! Dünyanın her yerinde otobüs-tren istasyonlarında wc ücretlidir eyvallah da bu kadar gümrük kapısı gezmiş ben ilk defa paralı wc gördüm! FreeShop'dan daha fazla para kazanıyo adam! Ülkemi terk edip Bulgar topraklarına geçerken, dönüşte gümrük wccisi olim paraya para demim leeeyn kararıyla gün batımına doğru, arabada benden başka kimse sigara içmediğinden ağzına kürdan almış Red-Kid'in dişi versiyonu olarak yola koyuldum efem...

Anaaaa bu ne trafik!!!
Millet haftasonları ülkeyi terk ediyormuş da haberimiz olmuyormuuuuş !!!
Sıra fecahat!
Sıra dinlemeyen Romenler daha bi fecahat! Az kalsın öküzlük edip sıramızı kapan Romen'i dövecektik efem...
Panik yok...
Kapı Kule'den Bulgaristan'a geçince sıranı kapmaya çalışanlara dayılanmak-ayılanmak bu yolun raconuymuş... Ben hanım evladıyım diyosan sakin kapılara canım! Burda ya arabanın tamponu sağlam olacak, ya dayılanma kabiliyetin ya da sinirlerin!
Ulaaan o Romeni dövemedik ya! Nasssı içimde kaldı! :)

2 saat sürer bu sıra derken 1 saatte komşudan geçtik... Bu arada komşudan geçerken arabanızla dezenfektanlı sudan geçiyosunuz... Yunanlı bu sudan para almıyo ama benim çingen memleketlilerim (e Petriçten dolayı memleketlilerim oluyo, bi de Bulgar toprağındayım artık buralı olmak ayrı bi hava-endam katıyo :p) 6 leva alıyolar! 
Onu ödüyosun, iyi dezenfekte etseydiniz, vebaya basmıştım gelmeden önce ehi ehi derken hooop otoban pulu parası diyo sana! 

Eyvallah abi otobanlarını kullanıyoruz diye alsın parasınıda otobanı yokki Bulgarların!!!
Avrupa'ya bağlanan yol nasssı biliyonus muuu? Bizim köy yollarının biraz daha genişçesi... Ama allah için asfaltda yama yok! 
Aaaaa oluyorum bunlara duble yol yapan olmamış yazıııık! Göndersek mi bizden buraya? :p

Efenim güzel gün batımı geceye dönüyor ve Bulgaristan'ın 2. büyük şehri bizim Filibe onların Plovdiv dedikleri çok güzel korunmuş, bi mimar olarak 2 güncük kalıp adam akıllı mimari keyif gezmeleri yapmak iteyeceğim şehre 22.30 sularında varıyoruz...

Meriç'in kıyısında, tarihi dokusu korunmuş, bir kentsel tasarımcı olarak ulan Bulgarlar bile kentliliği çözmüş biz niye laaayn biz niye sinir krizlerine girdiğiniz güzel bir kent.

Şincik ekip sadece gezmeyi değil yemeği ve içmeyide seven olunca valizleri attığımız gibi kendimizi yemekleri nefis bi restorana gömüyoruz.

Sizi bilmem ben etçililimdir ve domuz çok severim.
Anaaam anaaam, Bulgarlar bu işi biliyor anacııım... Domuzcuktan bi beni yapmamışlar... Bi süre daha kalsam benden de bişi yaparlardı eminim!

Ekmekler güzel, etler güzel veeee şarapları nasssıııı güzel!!!!
Şarap mönüsünü görünce Bulgarlara olan kıskançlığım kent boyutundan çıkıp başka bi boyuta geçti!!!

Efenim Bulgarya'da kumar serbest!
Biz de eğlenmeye geldik modunda olunca kaldığımız 2 akşam boyunca kumarhaneye takıldık...
Benim en son kumarhane deneyimim ayıptır söylemesi Monaco'da olmuştu... Seneeee 2008! Tabi kumar işini en lüküs yerde bırakınca bizimkiler hadi kumarhaneye diyince ama giysi yok gibi saf salak bi tepki verince çok güldü bizimkiler bana!

Olm en son Prens Albertle kumar oynamış kadınım yeaaa elbet kılık-kıyafet sormam normaleee... :p ;))

Bulgarların milli kıyafeti atlet ve eşofman!
Kumarhane kumarhane değil eşofman modası sergileme salonu!
Eğlencesine oynadık-kaybettik, bol bol bedava iğrenç viskiler içtik ve ben her seferinde bu Jack Daniel's değil diye arıza çıkardım! Onca ev yapımı Bulgar şarabı üstüne viski içince tadını anlayan tadım uzmanıyım mubarek ben!!! 

Efendim, şansımıza Balkanlar güzel bi hava yaptı... Otelimizden çıkıp Meriç üstündeki köprülerden 'köprüden gelin geçiyooor' türküsünü çığıra çığıra geçip eski kente vardık. Anaaam o ne? Bugüne kadar ki tüm uygarlıkların izleri kanlı canlı duruyor!

Meydanda Romalılardan kalma antik kent kalıntısı, tepeyi tırmanınca Osmanlı'dan kalma Safranbolu evlerinin Balkan versiyonları, Yunanlılardan kalma tiyatro... 

Yani çok çook görülesi şeyler değiller ama bi mimarı sıkılmadan oyalayacak bi kent Plovdiv.

Bu arada taksi fiyatları alengirli... Unutmadan hemen yazayım. Her durağın ayrı fiyatı var. Otele 2 akşamda aynı fiyattan bi türlü dönemedik. Bi ucuz bi pahallı... 

Bulgaristan'a gelip Çingen mahallelerini görmeden olmaaaaz!
Arabadan inmeden şöyle bir tur attık veeee...
Nasıl anlatılır bilmiyorum... Başlı başına bir yazı konusu... Felsefe ilmi-bilimi...

Bir tarafta beyaz bir limuzin diğer tarafta serbestçe dolanan atlar... Sokakta kumar oynayanlar, birikmiş çöpler, esmer tenine meç yaptırmış kadınlar, dünya güzeli çocuklar... Rengarenk, bizlere göre marjinal gelen ama belki de normal olan onlarınki olan bir hayat! 

Bulgaristan yemekleriyle-içkileriyle, bir yandan bizden kötü ama bir taraftan da bizden iyi halleriyle karışık duygular hissettiren, gümrük memuru ve taksicilerine sövdüğünüz, biraz suratsız ve çirkin bi ırk olarak bulduğunuz insanlarıyla güzel izler bırakan ve ben buraya bir daha gelirim lem dediğiniz bir yer...

Erik rakısı içmedim canlar...
Bulgar şarabı, Yunan restoranında uzo veeee kumarhanelerde viski olduğu söylenen sarı buzlu su içtim... :)

Ucuz bir ülke...
Benzin bakımından cennet... :)
Ah benzine o kadar paralar ödemesek ülkemiz de ya...
Neyse efem...

Dönüşü Yunan'dan Pazarkule'den yaptık. Çok şirin bi gümrük... Taynicik bişey... Tavuskuşları dolanıyo ortalıkta!!!

Vaktiniz bolsa, gezmeyi seviyorsanız gidin görün derim efem...

Sevdim Bulgaryayı... Bir dahakine daha uzun kalıp babamın babasının memleketi Petriç'e ve annemin dedesinin babasının memleketi Balçık'a ve baş kent görülmeden olmaz diyip Sofya'yı da kapsayan bi gezicik düşünüyorum... Ama bir tarafım dedeme ve Balkanlardaki Türklere edilenlerden az da olsa ırkçı olacak... Mukadderaaat! :)

Gezicik düşlüyorum da mahallemde otopark sorun! Otopark sorun olduğu sürece arabasızım, arabasız olduğum sürece eşin-dostun arabasına yancıyım... 
Gitmek isterseniz bi haber edin, pasaportumu aldığım gibi bitiveririm yanınızda :) 

Bulgarların baş lafıyla bitiriyorum yazımı efem; Hadeee hadeeeee...

26 Nisan 2014 Cumartesi

Sakız Roket Festivali (O son leyleği görmeyecektim abiii)

O son leyleği görmeyecektim !!! 
Evet Nisan ayında en çok bu sözü tekrarladım! 
Nisan'da gezmediğim kadar gezdim. Gökçeada, Adana, Çeşme ve Sakız! 
Leylek sever olunca, leyleğe karşı gelinemiyor işte! ;)

Her yaz Sakız'a gidip geliyorum biliyorsunuz. Adanın kendine özgü festivallerini duyuyor ama bir türlü denk gelemediği için gidemiyordum. 

Çeşme'mi özledim, bahçem ne durumda acaba yeaa bi gitsem mi dediğim dönem rastlantı eseri Sakız'ın Paskalya festivaline denk gelince bir taşla 2 kuş vurayım dedim. :) 

Hıristiyanlık aleminin en önemli bayramı Paskalya. İsa'nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişi kutlanıyor. Tam kesin bir tarih yok bunun için, Mart sonundan Nisan sonuna kadar kutlanmakta. 

Bir gezgin olarak zaman zaman Avrupa'da Paskalya dönemlerine denk gelmiştim. Hepsi heybetli dini törenlerle kutlanıyordu. Mesela İspanya'daki çok etkileyiciydi. Paskalya töreni diyince aklıma hep o gelir...

Neyse efem biz cikletime döneliiiiim; Adanın Vrondados kasabasında ne zaman başladığı bilinmeyen bir paskalya yortusu kutlama festivali var. İki kilise birbirine roket atıyor! Bir nevi Roket savaşları! Söylenceye göre iki cemaatin çocukları arasında sürtüşme yaşanmışmış... Birbirlerine sapanla taş atıyorlarmış...Ve bu sürtüşmeye büyüklerde katılıncaaaa Paskalya bayramı kutlamaları çığrından çıkmıııış! Çocuğun aklına uyarsan olucağı budur yani ! :p 

İşin içine büyükler girince tabi sapan atmamışlar birbirlerine! Toplar tüfekler atılmaya başlanmış! Sonra bu gelenek haline gelmiş... Kiliselerin avlusuna konan toplarla kuru sıkı ateş ederek birbirlerine paskalyayı kutlamaya başlamışlar... 1889 yılında bilinmeyen bir nedenle kiliselerin avlusundaki toplar sökülmüş ve paskalyayı ateş ederek kutlama geleneği unutulmuuuuş...

Sonra bir gün biz bu geleneği devam ettirmek istiyoruz demişler ve Osmanlı'yı kızdırmayacak bir yöntem arayışına girmişler... Havai fişek imaltçısın Korakis'ten top kadar tehlikeli olmayan ancak kuş kaçırandan daha tesirli olan bir 'fikir' istemişler... Oda 'roket' üretmiş! Ve her iki cemaat ondan aldıkları roketlerle geleneklerini sürdürmeye başlamışlar... Sonra her iki taraf kendi roketlerini üretmeye başlamış ver  tüm yıl boyunca paskalya gecesi için roket üreten atölyeler açılmış! 

Adamın işine bak! Roket yapıyorum! Böyle diyince Nasa da masada çalışıyo sanmayın sakın! Sakız'da bir roketçiyle tanışırsanız bilin ki o uzay roketçisi değil! ;) 

Sakız'a o kadar çok Türk gidiyor ki, gümrükte İngilizce değil Türkçe kitapçıklar sizi karşılıyor! Bu sene Roket Savaşları ile ilgili çok kapsamlı bir kitapçık hazırlamışlar... Roket savaşlarının tarihi, roketlerin yapımı, roket yapan atölyelere kadar bilgi veren bir kitapçık! 

Çeşme limanından gemilere binip Sakız'a çıkartma yapan biz Türkler Sakızlılardan daha çok gelenekleri hakkında bilgiye sahip bir şekilde adaya ayak bastık!

Bu arada aramızda kalsın o kadar çok Türk turist vardı ki, bir kaç roketi ele geçirsek adayı geri alabilirdik! Sakızlılar azınlık haldeydi! :) 

İlginç bir festival... Ama görmezseniz ölmezsiniz... Ancak ışık seviyorsanız, benim gibi maceracı-meraklı bir tipseniz ve burnunuzun dibindeki adaya zırt-pırt giden  ve ada hakında blog aleminin en kapsamlı yazılarını yazmış biriyseniz gitmeden-görmeden olmazdı... Nisan ayında Çeşme civarındaysanız, farklı bir cmts akşamı yaşayalım dediyseniz, nefis ada ahtapotu keyfi yanında 4 saat ayakta izlemesi çok çook keyifli olan gerçekten masal alemine taşıntığınız bu festivali size tavsiye ederim. 

Adalarda toplu ulaşım dert biliyorsunuz... Ya motor ya araba kiralamadan olmuyor. Benim avrolar az olduğundan bu sefer araba kiralayamayacaktım... Naparım ederim de festivalin olduğu tepeye çıkarım diye düşünürken, Çeşme'li feribot firmalarının gece için tur düzenlediklerini öğrendim. Ege Birliğin devamlı müşterisi olduğumdan ve yalnız olduğumdan biz seni tur otobüsümüze alırız dediler... Ancak adada olsa AB'li olan Sakız yönetimi hazırlattığı kitapçıklarda ulaşımı çözdüğünü,  belediyenin ücretsiz servislerini kullanabileceğimizi yazmış... Yazmış ama adamlar öyle uzak bir noktayı seçmişler ki bu otobüsleri kaldırmak için ahtapotlu Mythos keyfimi çoook erkenden bitirip yollara düşmem gerekiyordu! 

Gide gele adalı olduğum için, Türk personel çalıştıran ve Sakızlı personelini de Türkçe kurslarına gönderen Karinas Turizme kafamı uzattım... Dedim akşama köye bi araç kaldıracakmısınız... Kaldıracağız dediler... Gidiş-dönüş 5 avro! Ala alaaa dedim... Mythos keyfime devam akşama görüşürüz... :) 

Daha öncede yazmıştım, Sakız denizcileriyle ünlü bir ada. Kolomb bile Amerikayı keşfine Sakızlı denizciler alarak gitmiş... Tabi Amerika yerine Hindistan'ı keşfetmeleri Sakızlı denizcilerin suçu olmasa gerek! :p ;) 

Festivalin yapıldığı bölge Sakız'ın en güzel sahil kesimi... Sevgilini al git keyif yap bi bölge... Tavsiyem olunur size... Ahtapotu Sakız merkezde Yanni'de yiyeceksiniz ama kalamarı buralardaki restoranlarda! Arabasız olmuyor ama... 1 gece kalacak araba kiralayacak ve hayatınızın en mi en nefis kalamarını yiyeceksiniz bu bölgede... 

Vrondados paskalya festivali saat 19.30'da deneme atışlarıyla başlıyor... Tur otobüsleri ve belediyenin servisleri saat 20.00 itibariyle gitmeye başlıyorlar... 21.30 civarlarında muhteşem bir fişek şöleni başlıyor kiiiiii Çeşme'nin ışıklarına bakarak iki cemaatin birbirlerine yolladığı fişekleri izlemenin keyfine doyulmuyor! 

Sakız'a bir Türk girişimci lazım! Fişek atışlarını en güzel tepelik bölgeden seyrediyorsunuz... Yerliler ve biz turistler hep birlikte tepelere konuçlandık, konuçlandık ama ne oturacak bir yer var ne su alacak bir yer! Girişimci bir Türk olsa gelse orda su, çay, alkol satsaaaaa ooooo bebeğim bi gecede avro zeeengini olur! Valla seneye o işe giricem ben! Ortak alırım ama fikir benden çıktığı için paranın çoğunu alırım ona göreeee! ;) 

Roketlerin ıslığa benzer sesi, gökten yağan ateş, uzaktan görünen Çeşme'nin ışıkları... Hafif ısıran havaya rağmen çok çok keyifli bir görsel şölen izledik. 
22.30 gibi iki cemaat ateş kes ilan ediyor ve kiliseye gidip dua ediyorlarmış... Bizler o dua değil içki molasıdır dedik! :) 
23.00'de 24'e kadar asıl gösteri başlıyor... Kiliselerin kulelerine isabet ettirmeye çalıştıkları roketler 1sn bile durmuyor...
Piiuw piiiuuuw bir sağdan bir sodan durmaksızın ateş yağmuru... Gecenin siyahlığında kırmızı kıuruklu yıldızlar...

Saat tam 24'ü gösterdiğinde kiliseler çanlarını çalmaya başlıyor ve yerli halk paskalyalarını kutlamak için birbirlerini öpüyorlar... 

O an çok güzel bir an... Tanısın tanımasın herkes birbirine sarılıyor...
O an dünya barışı bu kadar kolay işte diye düşünüyorsun. Gökten yağan ateşin güzelliğiyle birbirine sarılan insanlar... Din, dil, ırk bir anda yok oluyor...

Ertesi gün yani pazar günü tüm ada şenlik halinde... Araba kiralayıp iç bölgelerdki köylere gitmenizi tavsiye ederim çünküüüüü paskalya kutlaması kuzu,keçi ve domuz çevirmelerle taçlandırılıyor! 

Ben çok dandik bi 3 yıldızlı otelde kalıyorum Sakız merkezde. Geceliği 25 avro. Sabah çıkıp gece yarısı geldiğim için yemeğe-arabaya para harcıyorum... Normalde sabah kahvaltısı vermiyor bitli maymundan hallice otelim. Ancak Türklerin yüzüne bile bakmadığım otelim yoğunluktan dolayı tercih edilmiş ve böyle olunca kahvaltı vermişler müşteriyi kaçırmamak için... 

Kahvaltılık yer aramicam yuppi diye kahvaltıya geçtiğim sırada paskalya kutlamaları başladı otelde... Renkli paskalya yumurtaları, paskalya çöreği... Sabah kahvemi içmeden elime paskalya şarabı tutuşturdular ve aşağıda kuzu çevirdiklerini ve yememi söylediler...

Allaaaaah... Et sever ben, sabah sabah kahvaltı üstüne şarap, paskalya çöreği... 
İsa'nın ruhuna bi elham sonra kuzu çevirmenin başına...

Yeni yerler görmek, gittiğiniz yerlerdeki adetleri ve gelenekleri deneyimlemek sizi zenginleştiriyor. Birbirinizi tanıdıkça, öğrendikçe, anladıkça düşmanlıklar azalıyor... Sevgi ve barış çoğalıyor... 

Ülkemden vaz geçmem ama tanrının yarattığı toprakları ve insanları görmekten, keşfetmekten, deneyimlemekten de vaz geçmem... 

Ciklete sadece yazın yolunuz düşmesin... Baharda da güzel... Simsiyah bir gecede kırmızı kuyruklu yıldızlara bakarak dilek dilemek, gülümsemek, Çeşme'yi seyretmek 4 saat ayakta kalsanız da çok güzel... 

;) 


15 Nisan 2014 Salı

Nisan'da Adana'da...

Senelerce gel dediler bana...
Her seferinde pammık tüccarı bulcanız mı dedim, bulcaz dediler, hatta bulduk dediler gitmedim! 
Geçen sene ilki düzenlenen Portakal Çiçeği Karnavalı okadar ses getirdi kiiiii, gezgin ruhum, et ve acı sever bedenim git artık dedi... Gitmezsen olmayacak...

Hemen uçak bileti ayarlandı, otel rezervasyonu yapıldı...
Yapıldı ama Adana benim üniversite kankilerimin bol olduğu bir şehir... Ben otel diye yırtınsamda bana ne oteli kız dediler... Seni şişe takarız üstüne acı sürer pişirir yeriz... Olmaaaaz! Adanalıyaaak biz ne dersek o! 
İyi dedim kaprisin alasıyla geliyorum o zaman...
Cuma sabahı ilk uçuşla uçtum Adana'ya... Terminale girer gitmez miiiiis gibi portakal çiçeği kokuları sarıp sarmalayınca yüzüme bir gülümseme yerleşti dönerken bile çıkmadı! 

Terminal çıkışında ADATÜB (Turunç üreticileri birliği)'ün standı kocaman sıcacık bir merhabayla gelenleri karşılıyordu... Festival programını anlatan bir gazete, bardak altlıkları ve tadına bakmak isterseniz turunç reçeli... 

Hemen verilenleri alıp, reçelin tadına bakıp, akıllı telefonumla Nisan'da Adana'da olmayanları kıskandıran canlı yayınlara başladım! :) 

İstanbul'u yağmurlu bırakmıştım... Adana güneşli ve sıcaktı... Milli ağacımız palmiye ağaçları Akdeniz güneşiyle oynaşırken senelerce karşı komşum olmuş, her türlü derdimi, nazımı çekmiş bir nevi elinde büyüdüğüm kankimin şehrini tanıtmasını dinliyor hemde evlenip çoluk-çocuğa karışmış bu adam kim yeaaa diye bakıyordum :) 

Eee adamın düğününe gelme, çocuğu olduğunda gelme, yıllar sonra gel görüş elbet adam zuzaylı gibi gelir! :) 

Adana ile ilgili ilk izlenimin bulvarlar şehri olması... Geniş geniş, kocaman kocaman, palmiyeli bulvarlar... 

Kendinizi yabancı hissetmediğiniz, güneşi ve sıcaklığıyla sizi saran, imar kanunları açık ahava müzesi Adana! Yan bina 15 katlı yanındaki 6 katlı... Tipik Türk şehirciliği! :) 

At, avrat ve silah şehriydi Adana...
Bir de hep duyduğumuz pavyonları meşhurdu...
Kankim at yerine Amerikan arabası, avrat yerine karısı, silah yerinede 3 yaşındaki kızıyla bana bu söz budur dedi... Heee oldum napak kabul... Peki pavyonları? Adamın nüfus cüzdanında yazıyo Adanalık o kadar! Ben hiç gitmedim, artık yoklar da dedi... Çılgın gezgin ben, yanar dönerli meyve tabaklı Adana Pavyonu deneyimi yaşayamayacağım ha oldum? 
Sert bi yan bakış yedim... Hiç değişmemişsin lafını duydum... Mutlu oldum! Ehiii... araya mesafeler girse de eşler-çocuklar girse de bozulmayan arkadaşlıklar-dostluklar varyaaaa tadından yenmiyor!

Eeee At yok, avrat yok, silah yok, pavyon hiç yok... Kebap var ama dimiiiii? 
Olmaz olur muuuu!
İlk gerçek kebap deneyimimi Kling Ustada deneyimledim... Oooof ki ooofff... Şaka değil gerçekten kebabı yerken parmaklarımıda ısırdım... Anaaam o ne güzel et, o negüzel ezme... Acısına, şalgamına kurban olduğum güzel Adana... Her yeri ayrı güzellikteki canım memleketiiiim ooy...

Yediğim içtiğim mekanları ayrı bir yazı konusu yapmayı düşünüyorum. Emeğe-lezzete hak ettikleri değeri vermek gerek...

Adana'yı Seyhan nehrine rağmen kurak-murak bişi sanıyormuşum galiba... Nehir şehre zenginlik ve ferahlık veriyor... Susuz yaşayamayan ben Seyhan sayesinde kendimi bir garip hissetmedim... 

Nehir kenarında piknik alanları, kafeler, bici biciciler... Yeşil-su uyumu... Göl yat klübü... Bi ferah bi güzel geldiki anlatamam... Tabi bir kentsel tasarımcı olarak rahat durmayıp hemen nehir ve baraj gölü çevre düzenlemesi eksikliklerini çıkardım. Adana Mimarlar Odasında görevli olan arkadaşıma raporumu en kısa sürede sunacağım. Ben ordayken toplantı için Ankara'ya gitmeseydi acılı kebaplar eşliğinde şehirlerine müdahale etmemi dinleyecekti yırttı! :) 

Adana'nın her köşesinde etkinlik vardı. Cuma akşamından pazara kadar nereye gideceğinizi şaşırdığınız etkinlikler çok keyifliydi. Sokak konserleri, dans gösterileri, cumartesi akşam üstü yapılan açılış yürüyüşü... Tam anlamıyla karnavaldı.

Adana'yı çok çağdaş buldum. Kadınları bir süslü bir bakımlı kiiii... Bizim cadde kadınları halt etmiş yanlarında! Yapılı saçlar, topuklu ayakabılar ve Akdenize yaraşır renklerde kıyafetler... Şifon ve ipek... Canımı nasıl çektirdiler! Ulan nerden buluyosunuz o şifon bluzları diye sormamak için zor tuttum kendimi... 

Sokaklar kadın dolu... Renkli-çağdaş... 
Rakı Adanaya ve kadınına çoook yakışıyor!
Arkadaşlarım bir kaç tane hanım ağa gösterdi bana... Allahım ne zerafet! Kadınların çiftçi olduğuna inanmak na mümkün! Zerafetlerinin yanında ezmeden güçlerinide hissettiren bir tavırları varkiiiii agam öpüm agam diye önlerinde eğilmek istiyorsunuz! :)

Ben hanım ağa olmak istiyom yaaa... Walla... Yeni meslek takıntım bu! :)

Ayşe Arman bugünkü yazısında Adana'yı yazmış... Çocukluğumuzda gidecek pastane yoktu diye... Çağdaşlığa o bile şaşıyor neredeyse... O öyleyse benimki normal! Öğlen vakti sokak ortasında konser izlerken elime bira tutuşturup arkadaşlarım çocuklarının peşlerinden gittiler! İstanbuldan gelmiş yabancı ben elimde bira şişemle konseri izliyorum! Bir allahın kuluda gelip ne bişey dedi ne de yan gözle baktı! Mahallemde Atiye Sokakta elimde bira şişesiyle 2 adım öteye yürümeye çekinirim... Ama Adana'da gündüz vakti elimde bira sokakta yürüdüm, karnaval için gelmiş olan Türk Choppercıların gösterilerini izledim, akşam yine çocuk sorunu yüzünden bir ara yanlız kalmak zorunda kaldım bir allahın kulu gelip ne laf attı ne pandik yedim! 

Adana bu anlamda mutsuz etti beni... Anaaam bi adam gelip de oooyş yavrum demez mi yeaaaaa! :ppp

Taş köprüsü, Sabancı camisi, Seyhan nehri, kebapçıları, Cuba'dan daha fazla Amerikan arabası olduğuna bahse gireceğim Adana Nisan'da gerçekten çok güzel oluyormuş! 

Bunca zamandır niye gelmedim diye çok hayıflandım! Hele yıllar önce bana buldukları ve benim şaka zannettiğim gerçek pammık tüccarını bana gösterttiklerinde ooy anaaam ooy oldum! Bütün acılı kebapları yesem acımı bastıramaz! :p 

2 gün karnaval koşuşturmasıyla geçti... Gezilecek görülecek yeri, tadına bakılacak çoook kebapçısı var Adana'nın... Acılı şalgamla rakı içip kadeh kaldırıp konuşulacak çook şey var...

Bundan sonra İstanbul'da kebap yemek yok! Ucuz uçak bileti bulup kalmalı veya günübirlik gidip geleceğim... Sevdim ben Adana'yı... O da beni sevdimi bilmem... ;) 

Adanalıyııık yavruuum...
Nisanda Adana'da coşalım...
Gümbür gümbür haydi ıslıkla... 
Portakal çiçeğini tüm Türkiye duysun...

Nisan'da Adana'da internet sayfasından şarkıyı dinleyin :)
http://www.nisandaadanada.com/Default.aspx
http://www.nisandaadanada.com/WebSite/Display.aspx?MyContentID=114